Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu, “Artık hiçbir şey eskisi gibi değil. Artık geleneksel muhafazakârlık dönemi kapanmıştır. Post-iktidar muhafazakârlığı yeni bir kimlikle, yeni bir düşünce yöntemiyle, yeni bir söylemle ve yeni bir pratikle inşa edilmek zorundadır.” şeklinde konuştu.
Mayıs 2023 seçimlerine değinen Davutoğlu, Altılı Masa’ya gelen eleştirilere yönelik, “Seçim başarısızlığı sonrasında yaşananlar ve yapılan tartışmalar bizim için tarihi önemi haiz bu girişimin bazı kesimlerce konjonktürel bir seçim başarısına endekslendiğini ve öneminin yeterince idrak edilemediğini gördük.” dedi.
Davutoğlu, Serbestiyet yazarlarının sorularına şöyle yanıt verdi:
Yıldıray Oğur: Seçimden önce yazdığınız bir yazıda “Altılı Masa’nın tarihi misyonunun Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile topluma giydirilen milliyetçi-muhafazakâr-laik otoriterliğin karşısına milliyetçi-muhafazakâr-laik demokrat özgürlükçülüğü yeni bir toplumsal sözleşme zemini olarak koymak olduğu inancındayım” yazmıştınız. Sizce neden muhafazakârlar birincisini tercih etti? Neden AK Parti seçmeninden daha büyük bir kitleyi ikna edemediniz? Taktiksel ve dönemsel açıklamalar dışında Türkiye’deki muhafazakârlığı ve İslamcılığı yakından bilen bir entelektüel olarak daha yapısal, fikri bir sorun görüyor musunuz? Türkiye’deki muhafazakârların kimlik siyasetiyle; adalet, demokrasi, insan hakları alanlardaki büyük sorunları, yolsuzlukları görmezden gelmesi sizi hayal kırıklığına uğrattı mı?
“Altılı Masa bağlamında uzun dönemli ve kapsamlı bir toplumsal barış projesini bir seçim yenilgisi psikolojisi ile yıpratan muhalefet aktörleri de seçim sonucunda içine düştükleri iç çekişmelerle toplumun ümitlerini kıran bir başka hayal kırıklığına yol açmıştır.”
Bu konuda vebal sadece iktidar sahiplerinin değil bu uygulamaları kutsallaştırılan siyaset adına sessiz kalan muhafazakâr kanaat önderlerinin, ilim ve din adamlarının ve sivil toplum yapılanmasının da üstündedir. İktidara sahiplerine dönüp “halkın bulgurunu kurtlandırmayın” demektense halka dönüp “kurtlu bulgura razı olun” diyenler, “servet aranızda bir azınlığın elinde temerküz eden bir meta olmasın” diyen açık Kuran hükmüne rağmen kendi yakınlarına yolsuzluklar üzerinden yaptıkları vahşi servet transferi konusunda iktidar sahiplerini “Allah’ın huzuruna kul hakkı ile gitmekten korkun” diye uyarmak yerine devlet ve dini değerlerin zaafa uğrayacağı endişesiyle yoksulluğa razı olan samimi kitlelere dönüp “ses çıkarmayın fakirler cennete elli yıl önce girecek” diyenler, vaazlarında Hz. Ömer’in kamu malı diye özel hayatında kullanmadığı mumundan ve Dicle kenarındaki kuzunun hukukunu omuzunda hissetmesinden bahsedip iktidar sahiplerinin kamu imkânları ile lüks ve şatafat içinde yaşamasına ve her türlü adaletsizliğin yayılmasına sessiz kalanlar, iktidar sahiplerinin yolsuzluklarını ve adaletsizliklerini görüp “bunlar Müslümansa ben değilim” diyerek deizme kayan gençlerin imanının derdine düşmek yerine kendi gençlerini bir an önce iktidar nimetlerine kavuşturmak isteyenler ağır bir tarihi sorumluluk altındadır.
Benim en temel hayal kırıklığım “bir gün vicdanları uyanacak” diye ümitsizce beklediğim bu kesimlerle ilgilidir. “Artık buna da sessiz kalmazlar” dediğim her konuda ahlakî ilkeleri güç lehine biraz daha fazla esneterek yeni bir hayal kırıklığı yaşamamıza sebep olan tavırlarına rağmen bu kesime dönük de “vicdan” çağrısı yapmaya devam edeceğiz.
Bu vesile ile bir hayal kırıklığından daha bahsetmeyi gerekli görüyorum. Altılı Masa bağlamında uzun dönemli ve kapsamlı bir toplumsal barış projesini bir seçim yenilgisi psikolojisi ile yıpratan muhalefet aktörleri de seçim sonucunda içine düştükleri iç çekişmelerle toplumun ümitlerini kıran bir başka hayal kırıklığına yol açmıştır.
Bahsettiğiniz makalede de ifade etmeye çalıştığım gibi, benim için Altılı Masa bir seçimi kazanmanın ve siyasal iktidar değişiminin ötesinde iki yüzyıllık modern siyasi tarihimizin en temel denklemini çözme yönünde son derece önemli ve tarihi bir girişimdi. Ancak, iki tur arasında ve seçim başarısızlığı sonrasında yaşananlar ve yapılan tartışmalar bizim için tarihi önemi haiz bu girişimin bazı kesimlerce konjonktürel bir seçim başarısına endekslendiğini ve öneminin yeterince idrak edilemediğini gördük. Seçim yenilgisi travmasını atlatarak bu toplumsal barış projesini en azından ortak bir tecrübe zemini olarak korumak kutuplaştırıcı siyaset karşısındaki yegâne panzehirdir.
Ali Bayramoğlu: Küreselleşme ile birlikte yaşanan büyük dönüşüm süreci içinde muhafazakârlık düşüncesinin bir siyasal akım olarak ne ölçüde geçerliliği kalmıştır? Başka toplumlarla karşılaştırmalı olarak Türkiye’deki muhafazakâr siyasetin iktidar pratiği nasıl sonuçlar vermiştir? Böylesi bir pratik sonrasında Türkiye’de muhafazakâr siyasetin yeni ve ikna edici unsurları neler olmalıdır?
Bugün muhafazakârlık Türkiye’de de bir yol ayrımındadır. Bugünkü iktidarın benimsediği dışlayıcı ve ötekileştirici kimlik kurgusuna dayalı muhafazakârlık anlayışı İslam inancının kimlik anlayışıyla özdeşleştirilemeyeceği gibi geleneklerimizden gelen saygıya dayalı kültürel çoğulculuk anlayışına da uygun düşmez. İnsani kimliği özümsememiş olanın İslami kimliğinden de bahsedilemez. Asırlarca başta İstanbul olmak üzere şehirlerimizde süregelmiş olan çok kültürlü, çok dinli, çok etnisiteli gerçek kültürel çoğulculuğa dayalı köklü geleneğimizi anlamayanın da tarih bilincinden bahsedilemez.
Güç yozlaşmasının getirdiği bu hastalıklı dışlayıcı muhafazakârlık anlayışının yaptığı tahribat geleneklere savaş açan dışlayıcı bir zihniyetle değil, evrensel kültüre açık çoğulcu bir muhafazakârlık anlayışıyla giderilebilir. Dar kimliklerin alternatifi kimliksizleşme değil kültürel çoğulculuğu teşvik eden tarihdaşlık ve vatandaşlık bilincine dayalı ortak aidiyet bilincinin gerektirdiği kapsayıcı kimliktir.
Kapsayıcı muhafazakârlık anlayışının yapabileceği üçüncü önemli katkı toplumsal süreklilik ile toplumsal değişim arasında kurulabilecek dengeyle ilgilidir. Muhafazakârlık toplumsal değerlerin ve kurumların sürekliliğini esas alırken bu süreklilik unsurlarına dayalı değişimin meşruiyetini de sağlama misyonu üstlenir. Burada son derece çarpıcı bir paradoks vardır. Modernleşme sürecinde toplumsal değerlerin ve kurumların sürekliliği adına tepeden gelen değişim taleplerine karşı direnen geniş muhafazakâr kitleler tabandan gelen doğal değişim süreçlerine ikna edildiklerinde değişimin öncü gücü olmuşlardır. Tek parti döneminin tepeden tabana yayılan değişim stratejisine direnen muhafazakâr kitleler DP ve AP iktidarlarında sanayileşme kentleşme süreçlerinde getirdiği sosyolojik değişimin motor gücü olmuşlardır. ANAP iktidarında ekonominin dünyaya açılmasında, AK Parti’nin ilk evresindeki AB entegrasyon süreçlerinde de benzer bir etki söz konusudur.
AK Parti iktidarının son evresi dünyaya açık, demokratik/özgürlükçü muhafazakârlıktan içe kapanmacı/dışlayıcı muhafazakârlığa geçişin belki de dünyadaki en çarpıcı ve tahrip edici örneklerinden birini oluşturdu.
“Nihayetinde elimizde kalan dışlayıcı bir milliyetçilikle bezenmiş içe kapanmacı, savunmacı, söylemsel, sembolik, sığ, reaktif ve yozlaşmış bir muhafazakârlık oldu”.
15 Temmuz darbe girişimi sonrası OHAL uygulamaları adalet alanında, Cumhurbaşkanlığı Hükümet sistemine geçiş siyaset alanında, MHP ile ittifak ideolojik alanda, bir virüs gibi toplumsal bünyeyi saran yolsuzluklar ahlak alanında, sığ sloganlara dayalı sembolik retorik kültür alanında, vasat zihne indirgenen nitelik karşıtlığı bilim alanında, varlık bilinci özünden kopuk şekilcilik ilahiyat alanında on yıllar boyu gelenek-modernite etkileşiminde üretilen idealleri ve değerleri önce iddiasızlaştırdı, sonra değersizleştirdi ve anlamsızlaştırdı. Nihayetinde elimizde kalan dışlayıcı bir milliyetçilikle bezenmiş içe kapanmacı, savunmacı, söylemsel, sembolik, sığ, reaktif ve yozlaşmış bir muhafazakârlık oldu.
Yıldıray Oğur: Ben bu soruyu biraz daha açabilir miyim? Biraz önceki soruda “Klasik kaynaklarımız ve zaman/mekan aşan değerlerimiz açısından muhafazakâr, değişimi anlamak ve yönetmek açısından devrimci olmak zorundayız. Şekli muhafazakârlık statükoculuğa, şekli devrimcilik değerleri tahrip eden bir kaos ortamına zemin hazırlar” demiştiniz.Muhafazakârlıkla devrimciliği aynı bağlamda kullanmak çelişki gibi görünen ama çarpıcı bir yaklaşım. Şimdi de muhafazakârların kendilerini devrimci bir şekilde yenilemesinden bahsediyorsunuz. Bu nasıl olacak?
Son dönemde genç neslin haklı sorgulamaları üzerinde derinlikli olarak düşünmeye çalıştığımda ben de kendime şu soruyu ciddi şekilde tekrar sordum: “Ben niye Müslüman oldum?”
Bir neslin hoca olarak andığı birinin ilerleyen yaşlarında bu soruyu sorması bazılarına çok tuhaf gelebilir. Ama, ben kendime bu soruyu sormadan başkalarının sorgulamalarını nasıl anlayabilirim? Bu soruyu sorarken zihnimin şekillendiği çocukluk ve gençlik yıllarında sığındığım mekanlara, çocukluğumun geçtiği Fatih Camii civarına, gençlik arayışlarımın mekanları olan İstanbul Erkek Lisesi’ne, Cağaloğlu’na, Babı Ali yokuşuna, Beyazıt Çınaraltına, üniversite yıllarımın sığınakları olan Yahya Efendi Dergahına, Rumelihisarı ile Aşiyan mezarlığı arasındaki tepeye zihnen ve fiilen gittim geldim. Evet Müslüman geleneğin yaşadığı bir aileye doğmuştum, ama benzer geçmişe sahip gençler o yıllarda dini inançları dönemi bitmiş arkaik unsurlar olarak gören popüler sol eğilimlerin etkisi altına girmişken ben niye bu akımların etkisi altında olan okullarda Müslüman kimliğine ve inancına sarılmıştım? Yetmişli yılların ortalarında 15-16 yaşlarında ilk kez yayınlanan Nesefî Akaidini Marksist düşüncenin klasiği olan Politzer’in Felsefenin Başlangıç ilkeleriyle karşılaştırmalı okurken, Einstein ile Heisenberg’in fizik anlayışlarını karşılaştırırken, Said Halim Paşa’nın Buhranlarımız adlı eserini İdris Küçükömer’in Düzenin yabancılaşması ile birlikte okurken o gün bizim nesle dayatılan hakim paradigmayı sorgularken ben nasıl haklıysam bugünkü gençler de hakim gücü sorgulamakta o derece haklıdır.
Bütün bu zihni serüven açısından Müslüman doğuşum benim tercihim değildi, ama Müslüman oluşum her aşamada beynimin kıvrımlarına ve iliklerime kadar hissettiğim “beni bana idrak ettiren” bir tercihti. Materyalist düşüncenin mekanikliği, agnostik düşüncenin anlamsızlığı ne zihnime ne ruhuma hitap ediyordu. Daha sonraki yıllarda İslam düşüncesinin temelini oluşturan Tevhid inancı üzerine yazdığım tezde de temel amacım bu inancın yeni bir yorumu ile insanlığa düşünce ufku açmasıydı. Esmaul Hüsna üzerine tefekkür ettikçe hem gücümü hem acziyetimi anlıyor, eşref-i mahlukat olmakla esfel-i safilin olmak arasındaki varoluşsal imtihanımızı kavrıyordum.
Bugün hala bazılarına anlamsız gelen bir idealizmle hayata ve mücadeleme tutunuyor isem, bunda bir imparatorluk başkentinde yetişen bir genç olarak sömürgecilik ve geri kalmışlık sendorumuyla, köklü bir kültürel geleneğin içinden geldiğine inanan bir aydın olarak moderniteyle, varoluşunun anlamını bir ben-idrakine dönüştürmeye çalışan bir mümin olarak bütün insanlık birikimiyle yüzleşmemin derin etkisi vardır. Kimliğimden hiç gocunmadım ama kimliğimi hiçbir dini veya ulusal kimliğin karşıtı olarak tanımlamadım. Hala içimde bir imparatorluk başkenti genci, gelenekten geleceğe yürüyen bir aydın ve insanlık birikimiyle bütünleşen bir mümin yaşamaya devam ettiği için yaşanılan çözülmeye, hırpalanan değerlere, örselenen kültüre, niteliğini kaybeden eğitime, nitelikli insan gücünün yurt dışına göç etmesine yol açan siyasal iklime, bir gün önce meydan okuduğu güçlerden bir gün sonra “aptal olma” diye mektup almayı içine sindiren sahte hamasete, yolsuzluklara dayanan ekonomi-politik düzene ve bütün bunları dini ve milli kavramlarla örtmeye ve meşrulaştırmaya çalışan zihniyete karşı isyanım var.