Köşe Yazarı

Göçmenlik sorunu üzerine

Abone Ol

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Yazının başlığındaki göçmen kelimesini, göçü içeren her türlü eylemin ana başlığı olarak kullanıyorum. Yazının ilerleyen bölümünde bu eylemlerin ayrışan tanımlarını vereceğiz. Şimdilik göçmen kelimesiyle devam edelim.

Göçmenlik insanın tarihi kadar eski konu. 130 bin yıl önce Afrika’dan diğer kıtalara yayılan insan toplulukları iklim değişikliklerine, beslenme ve korunma ihtiyaçlarına göre sürekli yer değiştirdiler. Tarihte insan toplulukları yeni bölgeleri işgal ettiler ve işgale uğrayan toplulukları da yerlerinden göçerttiler. Sonra tarih sahnesine çıkan devlet, organize güç olması nedeniyle egemenlik sahaları kurma yolunda daha komplike oldu ve bu süreçte devletler arası çatışmalar arttı.

İmparatorluklar döneminde ise, göçler ve göçertmeler daha bir artarak sürdü. Ulus devletlerin oluşum süreciyle birlikte göç akımları etnik ve ulus temelli esaslara göre şekillenmeye başladı. Ve bu geçiş dönemlerinde büyük göç dramları yaşandı.

20. yy’nin ortalarına hatta sonuna kadar yaşanmış göçlerle, 1990’lardan itibaren başlayan göçlerin üç ayırıcı özelliği (hatta nitelik farkı) var.

Birincisi, 1990’lara kadar olagelen göçlerin oluşturduğu nüfus baskısı, göçü alan ülke tarafından emilebilecek düzeylerdeydi. Halbuki 1990’larda dünya nüfusunun ulaştığı seviye, ülkelerin nüfus emme (absorbe etme) alanını alabildiğine daraltmıştır. Çin, Hindistan, Pakistan, Endonezya, Brezilya, Mısır, Nijerya gibi yüzlerce ülkeden söz etmiyorum bile! Çünkü bu ülkelere yalnız nüfus yoğunluklarından dolayı göçlerin olamayacağı gibi, aynı zamanda bu ülkelerdeki yaşam koşulları göç almaktan çok, göç vermeyi zorluyor. Dolayısıyla yakın tarihte AB ve ABD göçün hedeflendiği ülkeler oluyor.

21. yy. başlarına kadar dünyadaki göç hareketleri, ülkelerin üzerinde büyük nüfus baskıları oluşturmuyordu. Örneğin 93 Osmanlı Rus harbinde Osmanlı topraklarına Kafkasya ve Kuzey Balkanlardan gelen yaklaşık 1,5 milyonluk nüfus, o günün Osmanlı toplumu tarafından emilebilmiştir.



Sonuç olarak 1990’lardan itibaren nüfusları artan her bir ülke için yeni göç akımları, ek nüfus baskısı oluşturmaktadır ki, bu artık bir yüktür!

1970 yılında dünya nüfusu 3 milyar 630 milyon iken, bundan 50 yıl sonra 2020 dünya nüfusu 7 milyar 900 milyona yükselmiş. Yani 50 yılda dünya nüfusu %110 artmış!

Önümüzdeki yıllarda dünya nüfus projeksiyonuna göre nüfus artış hızının düşeceği ve 2.100 yılında dünya nüfusunun 9 milyar civarında olacağı tahminleri var. Ancak günümüz gerçeği itibariyle ciddi bir nüfus var ve asıl kötü olan ise, bu nüfusun çok büyük bir kısmı ortalama insani koşullarda yaşamıyor oluşu.

İkinci fark ise, dünyada açlık ve yoksulluk alabildiğine arttı.  “Dünyada Gıda Güvenliği ve Beslenmenin Durumu adlı rapora göre, 2019 yılında açlık çeken kişi sayısı 690 milyona ulaşmıştır…En son tahminlere göre 3 milyarı aşkın insanın alım gücü sağlıklı bir diyet sürdürmeye yetmemektedir.” (https://www.unicef.org)

BM’nin raporuna göre dünya genelinde her üç kişiden birinin (2 milyar 200 milyon kişinin) temiz içme suyuna, her iki kişiden birinin de (4 milyar kişinin) atık su tesisatlarına erişimi yok.

Üçüncü fark ise, dünya bir iklim krizi yaşıyor. Başta kömür olmak üzere fosil yakıtların yakılmasıyla atmosferdeki karbondioksit oranının artması ve kimi sanayi üretimlerin saldığı gazlar yoluyla küresel ısınma arttı. Buzullar eriyor. Buzulların erimesinin ne tür iklim ve sağlık sorunları oluşturacağı yeterince bilinmiyor.

“Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO), 2015 yılında yıllık sıcaklık artışı için belirlenen 1,5 derecelik eşiğin önümüzdeki beş yıl içerisinde aşılma ihtimalinin arttığını açıkladı.

“Bilim insanları, dünyada sıcaklıkların sanayileşme öncesi döneme kıyasla 1,5 derece artması halinde bunun çok ciddi olumsuz sonuçları beraberinde getireceği uyarısı yapıyor.

“Paris’te 2015 yılında imzalanan iklim anlaşmasıyla ortalama sıcaklık artışının 1,5 derecenin altında tutulması konusunda uzlaşma sağlanmıştı.” (https://www.bbc.com )

Ancak ne yazık ki, sınır diye görülen bu 1,5 derece artışın 1 derecesi artmış durumda!

Dünya iklim dengesinin bozulması sonucu dünyada kuraklık yaygınlaştı, aşırı yağışlar arttı ve bu iklim krizi bir tarafta afetlere yol açarken bir tarafta da gıda üretiminin daralmasına yol açtı. Öyle ki, “Sadece iklim sebebiyle yerinden edilmiş kişilerin sayısının 2050 yılına kadar 250 milyon ile 1 milyar kişi arasında olacağı düşünülüyor.” Mehmet Mücteba Göktaş İstanbul – BİA Haber Merkezi – 29 Temmuz 2021)

Bütün bunlarda ebette aşırı kar talebi dinamiğiyle oluşmuş kapitalist sistemin yarattığı çevre tahribatının, silahlanma harcamalarının, egemenlik sahaları için çatışma ortamları oluşturmasının büyük payı var. Kapitalizm sınırlı kaynakları olan dünyamızda sınırsız bir büyümeyi hedefleyen ve bunun da hızını teknolojik imkanlarla gittikçe artıran bir sistem.  Kapitalizm sürdürülebilir bir sistem değil.

Sonuç olarak kapitalizm dün de vardı, bugün de var ama, dünya ülkelerinin nüfus emisyon doygunluğu, artan açlık ve yoksulluk ve iklim krizi, bugünün göç hareketlerini dünden farklı kılmaktadır.

Uluslararası Göç Örgütü’nün 2020 verilerine göre uluslararası göçmen sayısı 272 milyona yükselmiş.

Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği ise, 2020 yılının sonu itibariyle dünyada mevcut yerinden edilmiş insan sayısının en az 82 milyon olduğunu belirtti.

İnsan eliyle oluşturulmuş yeni bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Doğayı ve havayı tahribatın düzeyi öyle arttı ki, canlıların yaşamını kitlesel ölçeklerde tehdit etmekte. Doğanın bir parçası olmasına rağmen doğaya karşı konumlanmış hale gelen bu uygarlığın sorunları, sanıyorum tek başına kapitalizme mal edilemez.

Bir nüfus artışı gerçekliği ve bunu karşılayabilecek bir sistemin yokluğu, sorunun kaynağını oluşturuyor. Nüfus artışını sorunu doğrudan etkileyen bir faktör olarak görürken, bunu Malthusçu teoriye göre (Nüfusun geometrik, gıda kaynaklarının aritmetik artışındaki makasın açılması) demiyorum ki, bu teori kapitalizmi desteklemek için öne sürülmüş ama, öteden beri ciddiye alınmamıştır!

Sorunu doğrudan etkileyen nüfus artışı gerçeği görülmeli ama, esas olarak dünyadaki bu nüfusu ortalama düzeyde yaşatacak toplum sistemleri olmalı. Günümüz dünyasının giderek artan açmazlarından çıkış yolunun kapitalizmden geçmediği de bir başka gerçekliktir.

Nüfus, göç, çatışma, iklim krizi, çevre kirliliği ve giderek artan açlık; bunda kapitalist sistemin ve dünyadaki dikta rejimlerinin büyük payı olmasına rağmen, toplumdaki siyasi ve sosyal çelişkileri neredeyse geri plana düşürdü. Artık yeni paradigmalara ihtiyaç var.

Bunun çözümü nedir, bilmiyorum.

İnsanı kaotik bir gelecek bekliyor diyebiliriz. Ama insan, bu devasa sorunun çözümünü kaosa tümüyle teslim olmadan da bulabilir. Biline ki, toplumsal olayların formülü yoktur. Bu bir süreç sorunudur.

Eğer bir çöküş olacaksa, bundan burjuvazi ve kamunun kaynaklarını talan eden siyasetçi, bürokrat tayfası da kurtulamayacak. Burjuvazi kendisi için Mars’ta yerleşim yeri inşa edecek vb. iddialar var ki, bunlar safsatadır. Bir kere Mars’ta öyle bir yerleşim kurulduğunu varsaysak bile, burjuvazi, burjuvazi olma niteliğini kaybeder. Çünkü nasıl üretim yapacak, kimi sömürecek ve malı kime satacak? Fantastik haberler, iddialar vs.

Geleceğe ilişkin birçok şey söylenebilir. Ancak bunların bilimsel temellere ve verilere dayanması gerekir. Elbette bunlar arasında bilimkurgu hikayeleri de olacaktır.

Sorun çok boyutlu ve uzmanlık isteyen araştırma ve veriler üzerinden değerlendirilmeli ki, benimkisi yalnızca bir görüş.

Osmanlı ve Cumhuriyet dönemindeki katliamlar ve mülteci hareketleri

Türkiye yalnızca bugün Suriyeli ve Afgan sığınmacılığıyla karşılaşmadı. Türkiye’nin göç politikaları ve demografi konusunda geniş bir deneyimi vardır. Örneğin devlet hangi kesimleri baskılayacaksa, oralara devleti destekleyen kesimleri yerleştirmesi, geleneksel nüfus politikası halini almıştır.

Bu husus konumuzla ilintili olmakla birlikte ayrı bir inceleme gerektirmektedir.

Yakın dönem Osmanlı ve Cumhuriyet Türkiye’si gerek dışarıdan içeriye ve gerekse içeriden dışarıya mültecilik olgusunu sıklıkla ve yoğun olarak yaşamıştır.

Aşağıda bir bakıma başlıklar halinde verdiğim göçmen hareketleriyle bugünkü göçmen hareketleri arasında önemli farklar bulunduğunun altını çiziyorum. Dün ile bugünkü göç hareketlerinin içeriğinde nitelik benzerlik olmakla birlikte, bugün ülkelerin içinde bulundukları nüfus yoğunluklarının ve toplumsal sorunlardaki artışın yeni göç yığınlarını absorbe (emebilme) etme imkanlarını daralttığı gerçeğini de görmek gerekir.

Osmanlı’nın fütuhat sahalarında başlayan milliyetçilik akımları ile özellikle Çarlık Rusya’sının güneye doğru Osmanlı’yı baskılaması sonucunda, dışarıdan içeriye çok sayıda mülteci akını olmuştur.

1850’li yıllarda, özellikle 1856 Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında Kırım Tatarlarının önemli bir kısmı Osmanlı’ya göç etti. Kırım Tatarları göçü 1783 yılında Rusya’nın Kırım’ı ele geçirmesiyle başlamış ve 1890 yılına kadar devam etmiştir.

24 Mayıs 1864 yılı Çerkez soykırımı olarak anılmakta. (Çerkes ya da Çerkezler bir ana başlık olup Çeçen, Abhaz, Oset, Ubıh, Karaçay, Adige ve Balkar boylarından oluşur.) Kafkaslarda Çarlık Rusya’sı tarafından 1864 yılında büyük bir Çerkez sürgünü ve katliamı yapılmıştır. Takribi 500 bin Çerkez, Osmanlı topraklarına sığınmak zorunda kalmıştır. Birinci Dünya Savaşı’na kadar devam eden Çerkez göçü, 1 milyon 500 bin sayısına ulaşmıştır.

93 Harbi olarak bilinen 1878 tarihli Osmanlı Rus savaşı sonrasında da Kafkaslardan ve Balkanların kuzeyinden takribi 1 milyonun üzerinde Müslüman mülteci gelmiştir.

Balkanlardaki milliyetçilik ve bağımsızlık hareketleri 1812 yılında Sırp ayaklanmasıyla başlayıp 1821 Yunan ayaklanmasıyla 19. yy. boyunca devam etti. 1912 Balkan Savaşıyla Osmanlı Balkanlardaki egemenliğini tamamen yitirdi.

Bu süre boyunca ve özellikle 1912’de Balkanlardan Osmanlı içlerine milyonun üzerinde göçmen girişi oldu. Bu arada Osmanlı’da kendi bölgesinde kalan az sayıda da olsa, Bulgar ve kimi Balkan halkını ilgili ülkelere gönderdi.

Sonuçta Osmanlı egemenlik sahalarından Osmanlı içlerine gelen göçmen ve mültecilerin hemen tamamı Müslümandır.

1915 yılında Osmanlı’nın İttihatçı yönetimi, 1,5 milyona varan Osmanlı Ermeni nüfusunu çöllere sürme karar verdi. Ancak tarihi kayıtlar, bilgi ve belgelerin de gösterdiği gibi resmi düzeyde bir sürgün kararı olmakla birlikte, uygulamada bu aslında Ermenileri imha kararıydı.

Birinci Dünya Savaşı’nın başlarında İttihatçılar Ege’den 130 bin civarında Rum’u, taciz ve zor yoluyla Yunanistan’a göçertmişlerdir. Bu uygulamanın şefi de İTC’yi Ege’de örgütleyen ve Galip Hoca takma adıyla anılan Celal Bayar’dır.

1915 yılında Güneydoğu’da Süryanilere karşı yapılan kırım (ki, Süryaniler buna kılıç anlamı olan Seyfo yılı diyorlar) 250 bin insan katledilirken 200 bin insan da göçertiliyor.

1921-1923 yılları arasında 50 bini katledilmiş ve 300 bini göçertilmiş Pontos Rum’u vardır.

Cumhuriyet döneminde 1923 yılında Lozan Barış Anlaşması’na ek olarak yapılan Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesi anlaşmasına göre, Yunanistan’dan 500 bin Müslüman Türkiye topraklarına gelirken, Türkiye’den de 1 milyon 500 bin Rum, Yunanistan’a gönderilmiştir.

1934 Trakya olaylarında 15 bin Yahudi’nin göçertilmesi, 1955 6-7 Eylül olayları, 1964 yılında Kıbrıs olayları bahane edilerek 13 bin İstanbullu Rum’un sınır dışı edilmesi, 1974 Kıbrıs olaylarının bahanesiyle Rumlara uygulanan baskılar…

İttihatçı dönem ile Cumhuriyet döneminde Osmanlı ve Türkiye sınırlarından dışarıya yönlendirilen göçmenlik tamamen Türkleştirme politikalarının bir sonucudur.

Bütün bu göçmenlik, sığınmacılık tarihi önemli demografik değişimlere neden olmuştur. Bu yalnızca falanın ya da filanın nüfus sayılarından ibaret değildir. Esasta gelenlerle gelinen yerdeki nüfusun kültürel, iktisadi, sosyal karşılaşmalarının ne tür sonuçlara yol açtığıdır. Yani nasıl bir hayattan kopup nasıl bir hayat inşa edildiği sorunudur.

Soykırımlar, katliamlar, sürgünler, sığınmacılık; devletlerin suç dosyasının esas bölümünü oluşturmaktadır. Ölüm, zulüm, acı, çile kimlik ayırt etmez; hepsi insanlar içindir. Göçmenliğin, mülteciliğin acısını asıl yaşayanlar anlar.

Türkiye’nin göçmen sorunu

Türkiye’de uzun süreden beri tartışılan ve daha uzun bir süre de tartışılacağa benzeyen göçmenlik sorunu üzerine yazmanın bir hayli zorluklar içerdiğini biliyorum. Çünkü bu sorun insani, hukuki, siyasal, kültürel ve iktisadi alanları doğrudan içeren çok katmanlı ve netameli bir sorun. Bir başka deyişle bireyin siyasi ve vicdani duruşundan toplumdaki politik yapılara ve iktidarların politik tutumlarına kadar uzanan boyutlara sahip. Ve bu çok boyutlu sorunda insani olanla reel olanın çelişkisinde zorunlu olarak dramlar yaşanmaktadır.

Osmanlı’nın son yüzyılı ile Cumhuriyet’in ilk dönemlerindeki büyük göçmen akışlarının özetini yukarıda vermeye çalıştık.

Türkiye’nin 1980’lerle birlikte karşılaştığı yeni göç akışlarına bakacak olursak:

1979 İran Devrimiyle Humeyni rejiminden kaçan milyonlarca İranlı Türkiye’ye geldi. Ancak bu göç akınının büyük bir kısmı Fransa başta olmak üzere ABD ve Avrupa’ya gitti.

İkinci göç akımı, Saddam rejiminin 1988 yılında Irak Kürt bölgesinde 6.500 kişinin öldüğü, 15 bin kişinin ağır yaralandığı zehirli gaz katliamı üzerine oldu. Halepçe katliamı olarak tarihe geçen Saddam rejiminin bu korkunç saldırı karşısında 400 bin Kürt, Türkiye’ye sığındı. 4 yıl sonra, 1992 yılında Türkiye’ye sığınan bu Kürtler, kendi yurtları olan Irak Kürt bölgesine döndüler.

1980’lerden itibaren yer yer Afganistan’dan, 2000’lerden sonra da Irak’tan az sayıda göçmenler de geldi.

Bu her üç göç akımı, Türkiye’de ne bir nüfus baskısı ne de tümüyle bir kalıcılık oluşturmadı. Dolayısıyla Türkiye’de bunlar bir sorun olmadı.

1998 yılında ise, Bulgaristan yönetiminin faşizan baskıları sonucunda 300 bin Türk, Türkiye’ye geldi. Gelenlerin dil, kültürel, geleneksel yapılarının topluma kolayca uyum sağlayacak durumda olması ve özellikle de teknik becerilere sahip olmaları, sığınmacı sorununu milimize etti.

Ancak 2011 yılından itibaren gelen takribi 4 milyon Suriyeli ile bu sürede Irak, İran ve Afrika’dan sayıları artarak gelenler ve bugünlerde de Afganistan’dan gelenlerle birlikte Türkiye’deki göçmen sayısı, Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’nün Mart 20121 tarihli açıklamasına göre 5,5 milyonu bulmakta. Bu resmi rakamın üzerinde sığınmacı ve göçmenin olduğu, hatta bu rakamın yaklaşık 8 milyon olduğu iddia edilmekte.

Sonuçta Türkiye ucu açık ve ciddi ölçüde bir göç akışı sorunu yaşamakta.

Bu konuda birbirlerinin yerlerine kullanılarak yaratılan kavram kargaşalarının önüne geçmek için, kullandığımız terimlerin ne anlama geldiğine bakmak gerekiyor.

Tanımlar ve karşılıkları

Terimlerin birbirine karıştırıldığı, doğru ve yanlışların birbirine boca edildiği, körün fili tarif etmesine benzer bir durumla karşı karşıyayız. İlkin konuya ilişkin terimlerin uluslararası hukuki tanımlarına bakalım ve bunu karşılayan örnekler verelim.

Bu ayırımların bilinmesi, her şeyden önce yanlış analojilerin kurulmasının önüne geçer.

Mülteci kime denir?

Uluslararası hukukta mülteci kavramı, vatandaşı olduğu ülkede ırkı, dini, tabiiyeti, belirli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi düşüncesi nedeniyle zulme uğrayarak veya uğrayacağı korkusunu taşıyarak ülkesinden ayrılmak zorunda kalan ve haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkeye dönemeyen veya dönmek istemeyen kişileri ifade etmektedir.

Bu tanıma göre örneğin 12 Mart, 12 Eylül darbelerinde Türkiye’den veya Franco İspanya’sı, Pinoche Şili’si gibi faşist rejimlerden başka ülkelere kaçanlar da mültecidir.

Yine bu tanıma göre mültecilik eski bir olgudur. Örneğin II. Abdülhamit döneminde daha çok Fransa’ya kaçan muhalifler veya Çarlık Rusya’sından Avrupa’ya kaçan sol muhalifler de mültecidir. Ancak bunların sayıları azdır.

Zor ve sorunlu olan, kitlesel ölçeklerdeki mülteciliktir.

Sığınmacı kime denir?

Sığınmacı, mülteci olarak uluslararası koruma arayan ancak statüleri henüz resmi olarak tanınmamış kişilere denir. Bu terim genellikle, mülteci statüsü almaya yönelik başvurularının hükümet ya da Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) tarafından karara bağlanmasını bekleyen kişiler için kullanılır. Statüleri resmi olarak tanınmamış da olsa, sığınmacılar menşei ülkelerine zorla geri gönderilemezler ve haklarının korunması gerekir.

Bu tanıma göre sığınmacı, resmi olarak statüsü belirlenmemiş mültecidir.

Bir ülkede bir kesimin siyasi, dini, ırki vb. nedenlerle o ülke iktidarının veya ülkedeki başka bir grubun şiddetine maruz kalarak ülkesinden kaçarak başka ülkelere sığınanlara, adı üstünde, sığınmacı deniliyor.

4 milyon Suriyeli sığınmacıların çok büyük bir kesiminin Esad rejiminden kaçtığı açık. Ancak bu sığınmacıların içerisinde ne kadarının IŞİD teröründen kaçtığı ne kadarının ekonomik nedenlerden veya ne kadarının da Türkiye üzerinden Avrupa’ya gitmeyi hedefleyenlerden olduğunu bilmiyoruz.  Dolayısıyla bunların tümüne sığınmacı denilemez. Ancak bu detay bilinmediği için, tümü için sığınmacı tabirini kullanmak bir sorun oluşturmaz.

Şu sıralarda gelen Afganlar için sığınmacı denilebilir mi? Denilebilir de. Ancak net bilgilere sahip değiliz. Bu nedenle konuyu “Afganistan’dan Gelenler” başlığı altında ayrı ele almak gereğini duyduk.

“Göç İdaresi Genel Müdür Yardımcısı Dr. Gökçe Ok, Suriye’den gelenlerin mülteci olmadığını, geçici koruma statüsüne sahip olan sığınmacılar olduğunun altını çizdi. Ok, ‘Suriyelilere mülteci statüsü vermiyoruz çünkü onlar bize iltica etmediler. Zorla yerlerinden edindikleri için onlara geçici koruma statüsü veriyoruz.’ dedi. (https://qha.com.tr ›).

Göçmen kime denir?

Göçmen, maddi ve sosyal durumlarını iyileştirmek için başka bir ülkeye göç eden kişi ve aile fertlerini kapsamaktadır. Esas olarak, ülkesinden zulme uğrayacağı korkusundan değil, eğitim ve çalışma gibi nedenlerle ayrılan kişiler olarak tanımlanabilir. Göçmenler, vatandaşı oldukları ülkelerin korumasından yararlanmaya devam ederlerken, daha iyi bir yaşam standardına kavuşabilmek için, kendi istekleri ile bu yolculuğa çıkarlar.

Bu tanıma göre yazının başlığı “Türkiye’nin göçmen sorunu” değil, “Türkiye’nin sığınmacı sorunu” olmalıydı. Ancak göçmen kelimesinin hukuki değil ama, yerleşik kullanımının kapsayıcılığı nedeniyle bu başlığı kullandım. Dolayısıyla Türkiye’ye gelen bir göçmen sorunu yoktur!

Örneğin 1960’lı, 70’li yıllarda Almanya’ya giden işçilerimiz göçmendir.

AKP iktidarı dönemiyle birlikte olağanüstü bir artışla Avrupa’ya giden genç ve nitelikli nüfus göçmendir.

Ne acıdır ki, Avrupa kapılarını açsa, Türkiye’nin çok büyük bir kesimi de göçmen olmaya hazırdır!

Sonuçta Türkiye’de olanlar bir sığınmacı sorunudur.

Sığınmacılık ve İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi

Şu veya bu nedenlerden kaynaklı olarak giderek artacak olan bu sorun, yerel çatışmalara, toplumsal ayrışmalara, insanlık dramlarına ve devletlerarası politik şantajlara yol açmakta ve açmaya da devam edecektir. Bunun yakıcı örneğini şimdiden ABD, AB ve Türkiye ilişkilerinde de görüyoruz.

Türkiye’nin sığınmacı sorunu tartışmaları, bugünlerde Afganların gelmesiyle birlikte daha bir arttı. Fakat görüldüğü üzere bu tartışmalar sağlıklı yapılmıyor. Özellikle sosyal medyada bu konu, tehlikeli boyutlara varan bir keşmekeşlik içerisinde işleniyor.

Konuyu sağlıklı tartışmanın, daha doğrusu müzakere etmenin yolu, öncelikle sığınmacılığın temel bir insan hakkı olduğu gerçeğinin kabul edilmesinden geçmekte.

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin ilgili maddesi şöyle: “Madde 14.1- Herkesin zulüm altında başka ülkelere sığınma ve sığınma olanaklarından yararlanma hakkı vardır. 2. Gerçekten siyasal nitelik taşımayan suçlardan veya Birleşmiş Milletlerin amaç ve ülkelerine aykırı eylemlerden doğan kovuşturma durumunda bu haktan yararlanılamaz.”

10 Aralık 1948 günü yapılan Birleşmiş Milletler Genel Kurulu oturumunda kabul edilen bu bildirgeyi Türkiye’de imzalamıştır. Her ne kadar bağlayıcılığı yoksa da bildirge, hukuki anlamda tavsiye niteliğindedir.

Görüldüğü üzere meşruiyet, vicdan, ahlak, insani sorumluluk, merhamet gibi kavramlar, bu alandaki yasalar ve uluslararası diplomasi için, tamamlayıcı veya takviye edici özelliklere sahip. Dolayısıyla insan haklarıyla ilgili her konu, devletlerin alanına sıkıştırılamaz, oraya teslim edilemez. Hatta insan hakları devletlere rağmen savunulması gereken bir özgürleşme, adalet ve demokrasi konusudur.

O halde nereden gelirlerse gelsinler, sığınmacı vasfına sahip olanlara ülke kapılarını açmak her şeyden önce insani bir eylemdir.

Empati yapmak gerekirse; Türkiye’de devlet bir grubu inançları, etnik kimlikleri veya siyasi yapıları nedeniyle her türlü şiddet ve baskı yoluyla tasfiyeye girişirse, o grubun mensupları canını kurtarmak için ilk elde ulaşabildikleri ülkelere sığınacaklardır.

Fakat sığınmacı sorunu bununla bitmiyor. Sorun salt bir düzlemden ibaret değil. Çok katmanlı ve her bir katman gerek sığınmacılar gerekse sığınılan ülke için sorunlar taşıyor.

Türkiye’deki sığınmacılar sorununda temel bir tespit

22 milyonluk Suriye’nin takribi 7 milyonu neden sığınmacı oldu? Bu insanlar neden Türkiye’ye, Lübnan’a, Ürdün’e, Avrupa’ya gitmek zorunda kaldılar? Yollarda çoluk çocuk neden öldüler?

10 yıl devam eden Suriye iç savaşında takribi 500 bin kişi öldü. Esad diktasına karşı muhalefeti daha baştan ele geçiren tarihin en karanlık en acımasız, İslam adına insana düşman IŞİD örgütü ile Suriye Devleti arasındaki (Ve uluslararası müdahalelerin yaşandığı) iç savaşı Esad kazandı.

Suriyeli sığınmacılar bu savaşın sonucudur. Bu savaşta Erdoğan iktidarının sorumluluğu yok mu? Elbette var ama, bu çok önemli ve ayrı bir konu.

Erdoğan iktidarının sorumluluğu var mı sorusunu, toplumun sığınmacılara bakış tarzındaki etkisi, yönlendirmesi nedeniyle soruyorum. Bu bağlamda sığınmacılara bakışın kerteriz noktasını AKP iktidarı oluşturuyor. Hangi kesim AKP iktidarına nasıl bakıyorsa, sığınmacılara da genellikle aynı şekilde bakıyor.

İktidarda AKP değil de örneğin CHP olsaydı, AKP’liler sığınmacılar konusunda bugünkü tavra sahip olurlar mıydı? Kesinlikle hayır! Ortalık muhalif seslerden geçilmezdi.

1998 yılında Bulgaristan’da Jivkov’un faşizan uygulamalarından Türkiye’ye sığınan 300 bin Türk sığınmacı için dönemin Refah Partisi İstanbul İl Başkanı olan Erdoğan, “Gelin, diyorsun ama bak Ahmet, Mehmet asgari ücrete talim. Ülke insanı aç. Kadınını satıyor, kızını satıyor, çalıştırıyor. Sen buna çözüm bulamamışken, gelin, diyorsun… Bu nasıl bir devlet anlayışı?” diyerek Turgut Özal’a tepki göstermişti.

Bu konuşmadaki kadının, kızın satılması, çalıştırılması sözlerindeki sorunlu zihniyet akışı bir tarafa; kapıları Suriyeli, Afganlı sığınmacılara açan devletin başkanı Erdoğan’a sormak lazım: Bu nasıl bir devlet anlayışı?

AKP’li ve MHP’li seçmen çevrelerinin sığınmacılara karşı sessizlikleri ve kabul ediyor görünürlükleri, Erdoğan iktidarına sundukları desteğin politik bir uzantısıdır. Yoksa iktidar yanlısı seçmen çevrelerinin bir kesiminin içten içe sığınmacılara muhalif olduklarını yapılan anketlerde bile sığınmacı karşıtlığının yüksek oranda çıkmasında görebiliyoruz.

Ayrıca ülkemize sığınanların Müslüman olmaları, AKP çevresinin muhalif ses çıkarmamalarında da bir etkendir. Suriyeli veya Afgan sığınmacılar yerine örneğin sığınmacılar Yunan, Bulgar veya Rus olsalardı aynı ölçüde kabul görürler miydi? Yurtları bu topraklar olan Kürt ve gayrimüslim vatandaşlara karşı sürekli bir düşmanlığın pompalandığı bu toplumda, ciddi ölçüde bir sığınmacı karşıtlığının olmasının zemini hazır zaten.

Türkiye toplumunda ve iktidarında sığınmacılara bakışı esas olarak insan hakları değil, politik varyasyonlar oluşturmakta. Tamam, sığınmacılık da politik bir konudur ama pragmatizmin, popülizmin, pazarlıkların politik çorbasına sos olarak kullanılacak bir konu değildir!

İktidarın sığınmacılara bakışı

Suriyeli ve Afganlı sığınmacılar sorunu Erdoğan döneminde cereyan ettiği için, iktidar çevreleri zorunlu olarak sığınmacılığı savunma pozisyonunu takındılar.

İktidar sığınmacıları üç alanda değerlendiriyor. Daha doğrusu bu üç alan üzerinden fayda sağlamaya çalışıyor.

Bunlardan birisi, sığınmacıların ucuz işgücü olarak görüyor.

Daha 10 gün önce AKP Genel Başkanı Danışmanı Prof. Yasin Aktay “İşverenler, yatırımcılar, sanayiciler Suriyelilerden çok memnun. Çok önemli bazı yerlerde Suriyelileri çekin, bu ülke ekonomisi çöker” ifadelerini kullandı.

Tam da bugünlerde AKP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Özhaseki “Suriyeli ve Afgan sığınmacılar bazı şehirlerde sanayiyi ayakta tutuyor…  Bu insanların ekonomimize de katkıları var…Gaziantep sanayisine gidin yüzbinlerce insan en ağır ve en zor işlerde çalışıyorlar” dedi.

İşverenler memnunmuş, neden?

Düşük ücret, en ağır ve en zor işlerde güvencesiz ve sigortasız çalıştırma, istediği zaman işçiyi kapının önüne koyma; işveren niye memnun olmasın ki?

Sermaye, rekabet adına sığınmacıları diğer işçileri baskılamak için (bir nevi grev kırıcılığı) kullanmaktan neden memnun olmasın ki?

Suriyelileri çekin, bu ülke ekonomisi çökermiş!

Suriyelilerden önce bu ülke ekonomisi çökük müydü?

Suriyelilerden önce Gaziantep sanayisinde ağır ve zor işler yapılmıyor muydu?

İşsizliğin alabildiğine yükseldiği, bir kurumda örneğin 20 kişi işe alınacaksa binlerce kişinin müracaat ettiği bu ülkede bir işgücü açığı yokken, Suriyeli sığınmacıların bırakın ülke ekonomisini ayakta tutmasını, tersine, ülkedeki işsizliği artıran bir faktör olduğu ortada.

Elbette sığınmacılar geçimlerini sürdürebilmek için çalışacaklar, kendi işyerlerini açacaklar. Ülke ekonomisine katma değer sağlayıp sağlamadıkları önemli değil. Önemli olan sığınmacılıktan kaynaklanan sorunlarının asgariye indirilmesidir.

İktidar çevrelerinin bu türden açıklamaları, iktidarın sığınmacıları ucuz emek deposu olarak gördüklerinin ifadesidir.

Sermaye kesimlerini memnun eden, sorumsuz ve ayıp açıklamalar!

İktidarın sığınmacıları değerlendirdiği bir diğer önemli alan ise, sığınmacıların AB’ye karşı bir tehdit malzemesi olarak kullanılmasıdır.

“Erdoğan 10 Ekim 2019 tarihli bir toplantıda özellikle Avrupa Birliği’ni eleştirerek şöyle konuştu: ‘Ey Avrupa Birliği, bizim ordumuzu işgalci olarak nitelerseniz kapıları açarız 3,6 milyon mülteciyi size yollarız. Şimdi kalkmış para hesabı yapıyorlar. Siz daha önce söz verdiğiniz parayı verdiniz mi ki? Bugüne kadar 40 milyar dolar harcadık yine harcarız ama kapıları da açarız.’” (https://www.gazeteduvar.com.tr)

Erdoğan AB ile gerilimi artınca, Suriyeli sığınmacıları Yunanistan (dolayısıyla AB) sınır kapılarına yığma girişiminde bulundu. AB ve Yunanistan sert karşılıklar verdi. Ancak Suriyeli ve Afganlı sığınmacılar, AB için hala korkulu bir rüya.

Avusturya Başbakanı Sebastian Kurz, beklenen Afgan mülteci akını konusunda, 26 Temmuz tarihinde “Eğer insanlar kaçmak zorundalarsa, herkesin Avusturya, Almanya ya da İsveç’e gelmesindense, Türkiye gibi komşu ülkeleri ya da Afganistan’ın güvenli bölgelerini kesinlikle daha doğru yer olarak görüyorum” dedi. (https://www.gazeteduvar.com.tr)

“Görevi bırakmaya hazırlanan Almanya Başbakanı Merkel, 22 Temmuz 2021 tarihli açıklamasında Türkiye’nin Avrupa Birliği ile yapılan anlaşma kapsamında çok sayıda Suriyeli sığınmacıya ev sahipliği yapmasından övgüyle söz etti. Merkel, ‘Türkiye Suriyeli sığınmacılarla ilgilenmek konusunda sıra dışı bir iş yapıyor. Bu anlaşmanın devam etmesini istiyorum, insanlar için en iyisi bu’ ifadelerini kullandı.” (https://www.gazeteduvar.com.tr)

Bu övgüyü yapan Merkel, açıklamasının hemen arkasına Türkiye’nin AB üyeliğini beklemediğini de ilave etti!

Haziran ayındaki AB zirvesi sonunda Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, AB’nin Türkiye’deki Suriyelileri desteklemek için 2024’e kadar 3 milyar Euro bütçe ayıracağını açıkladı.

ABD Dış İşleri yetkilisi Afgan sığınmacılar için “Pakistan’ın Afganistan sınırlarının açık kalmasının önemli olduğunu, diğerlerinin ise İran üzerinden Türkiye’ye seyahat edebileceğini” söyledi.

Bütün bu insafsız ve adaletsiz açıklamalar AB’nin Türkiye’ye sığınmacı rezervasyonu (ABD’nin Kızılderililer için ikameye zorunlu yerler) rolü biçtiğini açıkça gösteriyor. ABD Afganlar için Türkiye’yi işaret ediyor. Bütün bunlar bize “Türkiye’nin sığınma sistemine bakmak ve gerçekten de uluslararası örgütler -BM- ve özellikle de AB tarafından ülkenin neden dünyaya ‘iyi örnek’ olarak reklamının yapıldığını düşünmek gerek.” (Cavidan Soykan – BİA Haber Merkezi – 29 Temmuz 2021) tespitini ciddiye almamızı salık veriyor. Türkiye başka birçok alanda örnek ülke olmazken, sığınmacılar konusunda örnek ülke, öyle mi?

Türkiye’nin sığınmacılar konusunda önemli ve iyi işler yaptığını söyleyen batı, neden kendisi de sığınmacılar konusunda önemli ve iyi şeyler yapmıyor? Bu bir yanıyla riyakarlıktır!

Erdoğan iktidarı ise, bu rolü sürdürmek zorunda kalmasını fırsata çevirmeye çalışıyor; sığınmacı tehditliyle bir yandan para istiyor, bir yandan AB’nin Türkiye’ye yaptırımlarını frenliyor, bir yandan da Biden’a ‘beni gör, yanındayım’ işaretini veriyor.

AKP iktidarının sığınmacılar üzerinden iç politikada nasıl fayda sağlayacağı hesapları da üçüncü alanı oluşturuyor.

Bu alan belirsizlikler taşıyor. Çünkü toplumun sığınmacı sorununa bakışının Erdoğan’a oy mu getirdiği ya da oy mu kaybettirdiği pek açık değil.

Ancak toplumun önemli bir kesimi, Erdoğan’ın Suriyeli ve özellikle Afgan sığınmacılardan ne tür faydalar sağlayabilir sorusunu, şüphelerini ve kaygılarını taşıyor.

“Afganistan’dan gelenler” başlıklı yazımda “Toplumun bir kesimi kaygılı. Neden kaygılı olmasın ki? Bunlar savaşçı olma ihtimali yüksek. Açık olalım; Tıpkı Suriyelilerin dediği gibi, bize kucak açan AKP iktidarının yanında olmalıyız diyecek olan bu kesimden insanların, iktidar tarafından muhalefeti baskılamak için kullanılmayacağının bir garantisi var mı?” sorusunu burada tekrar ediyorum.

Bu yazıda da ifade ettiğim gibi, Kabil Havaalanı’nın korumasının üstlenilmesiyle Afganlara kapıların açılmasının ABD ile ilişkilerin ısıtılmasıyla doğrudan bağı olduğunun altını tekrar çizelim.

İktidar sığınmacılar konusunda şeffaf değil. Sığınmacıların yerleşim yerleri, sayıları, sığınmacılara yapılan yardımların dökümü, AB’den sığınmacılar için ne kadar para alındığı ve bunun nerelere harcandığı, Hazineden ve gelen fonlardan ne kadar, nereye harcandığı, sığınmacıların ülkede kalıp kalmayacakları, kalacaklarsa nasıl bir hukuki statü tanınacağı gibi konularda açık değil.

Sığınmacılara toplumdaki bakış açıları

Medyada, sosyal medyada ve sokakta Suriyeli sığınmacılara ve Afganistan’dan gelenlere ilişkin çok çeşitli görüşler var. Toplumdaki bakışı sığınmacıları istemeyenler, sığınmacıları savunanlar ve sığınmacılar olsa da olur, olmasa da olur diyenler olmak üzere üç ana başlıkta toplayabiliriz.

Nihayetinde sığınmacı konusu bir taraftan düşmanlığa diğer taraftan ütopikliğe varan bir romantizmle ele alınıyor.

Sığınmacılara karşı iki alan üzerinde nefret söylemi inşa edildi.

Bunlardan birisi toplumun huzurunun bozulması, bir diğeri ise sığınmacılara büyük ölçülerde yapıldığı iddia edilen ekonomik ve sosyal yardımlar.

Sığınmacılara karşı olan çevreler, sanki Türkiye Suriyeliler gelmeden önce cinayet, fuhuş, hırsızlık, gasp, uyuşturucu gibi suçların az olduğu huzurlu ve güvenli bir ülkeymiş de Suriyeliler gelince ortalık Suriyeli suçlulardan geçilmez olmuş!

Sanki Türkiye mutluluklar ülkesiymiş, toplumun yaşama sevinci yüksekmiş de sığınmacılar, toplumun mutluluk ve yaşama sevincinin çıtasını düşürmüşler!

Suriyeli sığınmacılardan da suç işleyenler olur. Ancak toplumdaki adli, cezai, iktisadi vb. sorunların kaynağı olarak sığınmacıları, göçmenleri göstermek basbayağı bir iftira ve insafsızlıktır.

Sığınmacılara devlet yardımlarının yapıldığı, sağlık ve diğer birçok alanda öncelikli ve avantajlı oldukları iddiaları sosyal medyada geniş yer bulmakta.

Halbuki sığınmacılara verilen kısıtlı maddi yardımlar, AB’nin Türkiye’ye verdiği fondan karşılanmaktadır.

Fakat sığınmacılara mali destek konusunda Erdoğan’ın sığınmacılar için 2019 yılından beri tekrar ettiği 40 milyar dolar harcadık açıklaması soru işareti oluşturmaktadır. 40 milyar dolar nerede, ne zaman, nasıl harcanmıştır? Bunun bir dökümü yoktur.

Sosyal medyada ve sokakta sığınmacılara karşı ırkçı ve faşizan yaklaşımların bir hayli yaygın olduğu görülüyor. Suriyeli, Afganlı sığınmacıların kimi sorunlu davranışları da bu milliyetçi tepkilere ortam sunuyor. Elbette uyum sorunları yaşanacaktır. Önemli olan bu sorunların giderek ortadan kalkmasıdır. Bunun kolay olacağını beklememek gerekiyor. Özellikle kadın sorununu çözememiş zihniyete sahip bu toplulukların, kamu alanında sorunlar yarattığı ve yaratacağı da bir gerçektir. Hatta bunların lokal çatışmalara varması ihtimali de güçlü.

Şöyle bir analoji kurabiliriz: Avrupa bize nasıl ikinci sınıf insan/ülke gözüyle bakıyorsa, bizler de bu ülkelere ikinci sınıf insan/ülke gözüyle bakıyoruz. Ezikliğin yansıtılması olsa da bu bakış açıları gerçekliği ifade ediyor.

Sığınmacılara ırkçı bakışın tam karşısında olan diğer bakışı ise; sığınmacıları İnsan hakları Bildirgesi’nin ilgili maddesinin ve hukukunun çok daha ötesinde, isteyenin istediği yerde yaşama hakkı vardır, sınırlar kaldırılmalıdır, ülkemize kim nereden gelmek istiyorsa gelmelidir, bunlara vatandaşlık verilmelidir gibi sınırsız sevgi gösterilerini ve enternasyonal politik vaazlarını da bir ütopyanın romantik heyecanlarla dile getirilmesi olarak görüyorum.

Bu bakış açısındaki güzelliğin, adaletin, insan hakkının, eşit haklar paylaşımının farkındayım ve savunuyorum da!

Peki, neden bunları birer vaaz ve romantik heyecanlar olarak gördüm?

Yazının bir yerinde bu çok katmanlı mültecilik sorunu için, insani olanla reel olanın çelişkisinde zorunlu olarak dramlar yaşanacaktır demiştik.

Bu söylemleri insani gördüğüm için savunuyorum. Ancak bu söylemlerin fosil yakıtlı enerji kaynaklarına bağlı bir dünyada karşılığının olmadığı ve gerçeklikle buluşmadığı için de bunları romantik heyecanlar, politik ütopyalar (ki, ben ideal toplumu istenilir bir ütopya olarak savunuyorum) diye değerlendiriyorum.

Bu bir çelişki mi?

Hayır!

Ne demek istediğimin daha kestirmeden ve daha net olarak anlaşılması için, bu söylemlerde bulunan (ki, bunların tümü de sosyalist, Marksist solcudur) kişilerin youtube’tan veya başka görsel mecralardan Hindistan, Pakistan, Bengladeş, Vietnam, Meksika ve birçok Afrika ülkesindeki yaşamları izlesinler. Sizler oralarda yaşayabilir misiniz sorusuna hayır cevabını verecekleri kesin. Peki, oralardan kitlesel ölçeklerde gelecek olanların oralardaki yaşamlarını buraya taşımalarını ister misiniz? Bu soruya da hayır diyecekler ama şöyle bir gerekçe ileri sürecekler: oralardan gelenlerin ilk dönemlerde topluma uyum sağlamalarında sorunları olabilir, ancak bir süre sonra bunlar aşılır.

Bunun böyle olup olmayacağını ne belirler?

Birincisi, gelenlerin nüfus miktarı ve zihinsel dünyaları belirler.

İkincisi, gelenleri daha iyi koşullarda yaşatabilecek iş, maddi, sosyal, eğitim vb. destekler belirler.

Şimdi asıl soruyu soralım: Türkiye kaç milyon Suriyeliyi, Afgan’ı, Pakistanlıyı absorbe edebilir? Bugün 6 milyon mülteciyi, sığınmacıyı kendi içinde kabul edebiliyor olsun. Peki buna ilaveten 4 milyon Pakistanlı, Hintli veya Nijerli daha sığınmacı olarak gelirse ne olacak?

İki şey olur: Türkiye toplumunun kullandığı alanlar alabildiğine daralır ve sığınmacılar ayrı mahalleler, bölgeler, şehirler oluşturur.

İkincisi toplum, toplum olmaktan çıkar! Kaldı ki biz zaten tam bir toplum olmayı sağlayamamışız. Hangi gücümüz ve imkanlarımızla bu yüksek miktarlı sığınmacılara emisyon oluşturalım?

Sığınmacılık konusunda idealize sözler söyleyenlere önerimi tekrar ediyorum: Lütfen sesli ve görüntülü kanallarda diğer ülkelerdeki yaşamları izlesinler.

Avrupa, ABD neden sığınmacılara karşı tedbirler alıyor? ABD Meksika sınırına duvar ördü. Kuzey Afrika’nın Fas bölgesinden hayatları pahasına İspanya’ya geçmeye çalışan yüzbinlerce göçmen var. Avrupa’nın Akdeniz ve doğu kesiminden göçmen ve sığınmacı akınları var.

Şimdi bu ülkeler sığınmacıları bizde ve bizim gibi ülkelerde tutmak için para veriyorlar. Bir diğer deyişle bize paralı bekçilik yaptırıyorlar. Dolayısıyla bu konuya insan hakları anlayışını yitirmeden objektif olarak bakabilmeliyiz. Batı deli de biz mi akıllıyız?

Bir de sığınmacılar için “kardeşiz” lafazanlığı yapanlar var. Bunların bir kısmı dini anlayışları bir kısmı da tarihsel ilişkilerimiz vardı nostaljisiyle “kardeşim” sözünü kullanıyorlar.

Politikada ve iş hayatında kardeşim sözü çok tehlikelidir. Burada bir hinlik, bir çıkar birlikteliğinin geçici havası veya politik propaganda vardır. Esas olan eşit yurttaşlık ve eşit haklara sahip insanlar olmanın hukukunu taşımak ve savunmaktır.

Sığınmacıların Müslüman olması, sığınmacıların kardeş kabul edilmesi için yeterli bir neden oluyor ama, bu ülkedeki Müslüman Kürtlere düşman gözüyle bakılabiliyor.

Bu anlayışa sahip olanlar acaba sığınmacılar başka bir dinden olsalardı yine kardeşiz derler ve onları savunurlar mıydı?

Tarihsel ilişkilerimiz vardı gerekçesiyle Suriyeli ve Afgan sığınmacıları savunmak, yine bir ayrımcılıktır.

Sığınmacılara kapıları açmanın ve haklarını savunmanın bir tek ölçüsü vardır: İnsan olmak!

Esas olan sığınmacı sorununa bütün kimliklerden bağımsız ve ayırımsız olarak bakabilmektir.

Afganistan’dan gelenler

Afganistan’dan gelenler konusu içinde birçok soru ve kaygı barındırıyor. Bu hususu ayrı bir başlıkta ele almaya çalışacağız.

Economist Dergisi, Türkiye’nin çoğu son on yılda olmak üzere şiddet ve yoksulluktan kaçan 200 bin ila 600 bin arasında Afgan’a da ev sahipliği yaptığı notunu düşmüş.

Ancak yeni gelenlerin bu öncekilerden farklı bir durumu var.

Son günlerde binlerce Afgan’ın ellerini kollarını sallayarak sınırlardan girmesi birçok soru işaretini de içinde taşımakta.

Sınır kontrolü yok!

Gelen Afganlar genel olarak 20 ila 35 yaş arasındalar. Bunun açıklaması nedir?

Eğer bu Taliban’dan kaçan Afgan sığınmacılar ise, bunların arasında neden yaşlılar, kadınlar çocuklar yok? Onlar daha yavaş yürüyorlarmış, sonra geleceklermiş gibi gerekçelerin inandırıcı bir yanı yoktur. Kadınlar, çocuklar yavaş yürüyorlarsa, bu gençlerin acelesi nedir? Zaten İran’a girmişler, değil mi?

Bu muhalif grubun Afgan sınırından İran’a geçişlerinde bir Taliban engeli olmadığına göre, bu grubun aileleri de aynı noktalardan geçiş yapabilirlerdi.

Ayrıca İran’ın bu kişileri otobüslerle, kamyonlarla Afgan sınırından Türkiye sınırına taşıdıkları iddiaları da var. Kadınlar, yaşlılar ve çocuklar da taşınabilirdi.

Fakat diğer yandan bu gençler Taliban’dan kaçıyorlarsa bunların çocuklarının, kadınlarının, ebeveynlerinin akıbetinin hiç de iyi olmayacağı açık.

Bu durum izaha muhtaç. AKP iktidarından gerçekleri öğrenmek de imkânsız halde!

Toplumun bir kesimi kaygılı. Neden kaygılı olmasın ki? Bunlara savaşçı olarak bakıyor. Açık olalım; Tıpkı Suriyelilerin dediği gibi, bize kucak açan AKP iktidarının yanında olmalıyız diyen bu kesimden insanların, iktidar tarafından muhalefeti baskılamak için kullanılmayacağının bir garantisi var mı kaygısı, haksız bir kaygı mı?

Afganistan’dan gelen bu düzensiz akışın içerisinde Afganistan’da Taliban’ın egemenliğinin artmasıyla birlikte hiçbir gelecek umudu kalmamış bir kısım gençlerin emek göçü de olabilir.

Sığınmacı ya da göçmen, sınırdan giren Afganların, ülkede nereye gittikleri belirsiz. Belli bir yerleşim ikamesi yapılmamış. Kısa sürede ülkenin Antalya, Datça, Altınoluk, Fethiye gibi batı uçlarında görülmekteler. İktidarın ne kontrolü ne de düzenlemesi var.

Şu sıralarda Afganların Gökçeada’ya yerleştirilecekleri iddiaları var. Ancak resmi bir açıklama yok. Yine Afganların Türkiye’yi bir geçiş güzergahı olarak kullanıyorlar, hedefleri Avrupa şeklinde iddialar var ki, bunların gerçekleşmesi ihtimali çok çok düşük.

3 Ağustos tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nin “ABD’li yetkili Afganlara Türkiye’yi işaret etti” haberine göre; “Program sadece, ABD hükümeti ve ordusu için çalışan Afganları değil, ABD’nin finanse ettiği projeler, ABD merkezli STK’ler ve medya kuruluşları için çalışanları da kapsayacak. Başvuruda bulunan Afganlar, kendi çabalarıyla Afganistan’dan çıkıp üçüncü bir ülkeye ulaşacak. O noktadan sonra güvenlik taraması yapılacak ve süreç 12-14 ay kadar sürebilecek.

Konuya ilişkin gazetecilere açıklamalarda bulunan bir ABD Dışişleri Bakanlığı yetkilisi, ‘Potansiyel çıkış dalgasına hazırlıklı olunması için komşu ülkelerle ve BM Mülteciler Yüksek Komiserliği ile görüştük” dedi. ‘Pakistan’ın Afganistan sınırlarının açık kalmasının önemli olduğunu, diğerlerinin ise İran üzerinden Türkiye’ye seyahat edebileceğini’ sözlerine ekledi.

Türkiye’nin yanıtı ise şöyle oldu:

Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Büyükelçi Tanju Bilgiç, Türkiye’nin son yedi yıldır dünyada en fazla sığınmacıya ev sahipliği yaptığını hatırlatarak ‘Ülkemizin yeni bir göç krizini üçüncü bir ülke adına üstlenecek kapasitesi bulunmamaktadır. Türkiye olarak, ABD’nin sorumsuz ve ülkemize danışmadan aldığı kararı kabul etmiyoruz’ dedi.”

Haberin benzeri diğer birçok medya kuruluşlarında da yer aldı.

Türkiye’nin yanıtı bir formaliteden ibaret! Bir formalite çünkü bu Afgan akışı hiçbir engellemeyle karşılaşmıyor.

Bir formaliteden ibaret çünkü, bu Afgan akışı aslında 14 Haziran tarihinde Biden-Erdoğan görüşmesinde karara bağlanmış gibi görünüyor.

Biden- Erdoğan görüşmesinde tercümanlığı elçilikten ya da dışişleri bakanlığından bir kişinin yapması yerine, Merve Kavakçı’nın kızı Fatma Abushanab yapmıştır. Erdoğan, bu görüşmede neden Kavakçı’nın kızının çevirmenlik yaptığını ise, ‘Trump da Biden da İngilizce bilgisini övdü’ diyerek açıkladı. Demek İngilizcesi övgüye değermiş ha! Akıl alacak gibi değil!

Ve bu görüşmenin bizim tarafta tutanağı yok. Akıl alacak gibi değil!

Bu görüşmenin nasıl bir açıklaması olabilir?

Biden seçildikten sonra AKP iktidarı epeyi sarsıldı. Belirsiz bir beklentiye giren Erdoğan’ın morali hiç de iyi değildi. Ne zaman ki haziran ayında NATO zirvesi yapıldı, ilişkiler orada yoluna girdi.

ABD ve NATO güçleri Afganistan’dan çekilmeye karar vermişlerdi. Kabil Karzai Havalimanının korunmasını Türkiye üstlendi. ABD yerine jandarmalık Türkiye’ye transfer edildi. İkincisi, Afganistan’da ABD ile lojistikten askeri hizmete kadar çeşitli düzeylerde ilişkisi olan Afganların sayısal çokluğu karşısında ABD, bu sorumluluğunu da Türkiye’ye yıktı.

Bu Afganlar Türkiye’ye sorunsuz girebilirlerdi, giriyorlar da. Daha da gelecekler. Sonra da Türkiye Dışişleri ABD’ye karşı bunun kabul edilemez olduğunu söylüyor. Formalite! Atı alan Üsküdar’ı geçti.

Erdoğan ilişkileri düzeltmek, daha doğrusu iktidarını Batı nezdinde sağlamlaştırmak için bu tavizleri verdi.

Şimdi bu duruma göre Afganistan’dan gelenler sığınmacı mıdır?

Türkiye’yi bir aktarma istasyonu gibi değerlendiren ve 12-14 ay kadar güvenlik soruşturmalarının devam edeceğini söyleyen ABD’nin, 14 ay sonra bu Afganları alacağını mı sanıyorsunuz? Mümkün değil! göstermelik ufak bir miktar alabilir ve gerisini Türkiye’ye bırakır!

AKP iktidarı Kabil Havaalanı jandarmalığına ve bu göçe razı oldu zaten! Neler karşılığında?

1 milyona varacağı söylenen Afgan göçü karşısında Türkiye ne yapacak? Hiçbir açıklama, öngörü, program yok! Ülke sığınmacıların, göçmenlerin, kaçakların ülkesi nasıl olsa!

Biden ile Erdoğan arasında Kabil Havaalanı ve Afgan göçmeni konusunda birtakım tavizler verilerek anlaştıkları iddialarının varsa asılsızlığı, ancak bu görüşmenin tutanaklarında en azından ilgili kısmın yayınlanmasıyla ortaya çıkar. Aksi halde mevcut gelişmeler, bu iddiaları güçlendiren koşullara sahip.

Göçmenlerin tercih ettiği ülkeler ve Batı’nın durumu

Göçmenler ve göçmen statüsüne kavuşmuş sığınmacılar neden en çok batı ülkelerini tercih ederler? Öyle ki en milliyetçisi, en İslamcısı, en anti emperyalisti, en Batı düşmanı vb. insanlar neden batıya gitmek ve hatta ilgili ülkenin vatandaşı olmak isterler?

Bu sorunun birbirini tamamlayan dört cevabı vardır: ekonomik refaha (işe ve aşa) kavuşmak, sosyal haklar, özgürlük ve güvenlik.

Elbette Batı ülkelerine gidilmiş olsa bile göçmenlik, hep bir eziklik, ikinci sınıflık, ürkeklik ve doğduğu topraklara özlem taşır. Ancak her halükârda Ortadoğu’nun, Asya’nın, Afrika’nın, Latin Amerika’nın diktatörlüklerinde, dini ve etnik çatışmalı ülkelerinde, yargıya ve polise güvenin olmadığı ülkelerde, açlığın, sefaletin yaşandığı ve gelecek kaygısının toplumu esir aldığı ülkelerde yaşamaktan çok çok daha iyidir!

“İncelenen verilere göre, son 22 yılda dünya genelinde en çok göç veren ülke 17,5 milyon ile Hindistan oldu. Hindistan’ı 11,8 milyon ile Meksika ve 10,7 milyon ile Çin takip ediyor.

Göçmenlerin en çok tercih ettiği ülke ise Amerika Birleşik Devletleri (ABD) olmaya devam ediyor. Son 22 yılda 50,7 milyon göçmen ABD’nin yolunu tuttu. Avrupa’da ise en çok Fransa tercih edildi. Fransa’yı İngiltere ve Almanya izledi.

Veriler, 114 milyonla dünya genelindeki mültecilerin yarısından fazlasının Avrupa ve Kuzey Amerika’da yaşadığını gösteriyor.” (https://www.birgun.net 26 Şubat 2020)

Batı için her türlü kötü nitelemeleri (daha doğrusu küfürleri) yapıp imkanını bulduğunda batı ülkelerine kapağı atmaya çalışan göçmen ve sığınmacılar için bir parantez açalım. Örneğin bir Müslüman ülkeden bir batı ülkesini şu veya bu nedenle tercih etmiş bir Müslüman’ın kendi dinini, geleneklerini, ideolojisini o toplumla uyum çerçevesi ve yasalar ölçeğinde ifade etmesi değil de dayatmacı bir şekilde yapmaya kalkanlara, bu özgürlüğünü geldiğin Müslüman ülkede neden yaşamıyorsun demek gerekmez mi?

Yani Batı’ya küfreden (eleştiren değil) insanların hayatlarını batıda sürdürmek istemeleri tam bir riyakarlıktır!

Ancak Batı’nın da dünyada göçmenliğin tetiklenmesinde büyük payı var.  “Diğer yandan yaşanan küresel iklim değişikliği kırsalların boşalması, başta tarımsal üretim olmak üzere üretimin düşmesi ve neoliberal sistemden kaynaklı pek çok etmen krizleri giderek derinleştirdi.  Küresel güney ve doğudaki ülkelerde süregelen anti-demokratik rejimlerin bu krizleri göğüsleyecek ekonomik güçleri zaten yoktu ve geniş halk yığınları işsizliğe ve buna bağlı olarak yoksulluğa itildi, özellikle Ortadoğu, Afrika ve Güney Amerika’da toplumun geniş bir kesimi mülksüzleşti ve yoksullaştı. Bu toplumsal huzursuzluk, pek çok yerde çatışma ve iç savaşlara evirildi ve küresel doğu ve güneyden kuzey yarım küreye doğru göç hareketleri hızlandı.”

(Son yıllarda alabildiğine yoğunlaşan göç baskılarına) “Hazırlıksız yakalanmanın ilk şokunu atlatanlar sınırlarına doğru yürüyen göçmen kafilelerinin geçişlerini önlemek için acil olarak sınır güvenliği tedbirleri aldılar. Çünkü, bu ülkelerde yaşanan ekonomik krizlerle yoksullaşan orta sınıfların huzursuzluğu, göçmen/mülteci karşıtı dalganın giderek güçlenmesi, yabancı/göçmen karşıtı söylemlerle oylarına talip olan popülist politikacıların hızla hükümete ya da yönetim kademelerine gelmelerinin de önünü açıyor ve buna olanak sunuyordu. Amerika Birleşik Devletleri, Macaristan, Polonya, Danimarka gibi ülkelerde sağdan ve soldan popülist partiler bu göçmen karşıtı dalgayı arkalarına alarak iktidara geldiler.

“AB üyesi ülkeler sınır güvenliği ve sınırların korunması konusunda sıkı önlemler almaya başladılar. Avrupa Birliği’ne yakın göç güzergâhları üzerinde olan Türkiye, Libya gibi sınır ülkelerinin göçü kendi sınırlarında durdurmaları için onlara parasal destek ve koruma desteği vermeyi hızlandırdılar. Bu dışsallaştırma eksenli, çıkara dayalı yeni göç politikası insan haklarına, bireyi korumayı güvence altına alan eski politikaların aşınmasına neden oldu. Alison Mountz’un[1] ‘sığınmanın ölümü’ olarak nitelendirdiği bu süreç güvenliğe dayalı yeni sınır politikaları ve alıkoyma sistemleriyle ulus ötesi caydırıcılık rejimlerinin geliştirilmesine hız verdi. Bugün artık, ABD, Avustralya gibi ülkeler ulus ötesi adaları sığınmacıları tutacakları hapishaneler haline getiriyor. Yeni geliştirilen caydırıcılık rejimi sığınmayı suç ile bağlantılandırıyor, güvenlik politikasının sıkılaştırılması ölümleri artırıyor.” (Birikim Dergisi -3 Ağustos 2021-Türkiye’nin Göç Politikaları: Mevcut Durum ve Gelecek- Kemal Vural Tarlan)

Çözüm

“Küresel kuzey ülkelerinin mülteci ve göçmenleri kendi ülkelerinin dışında tutma istekleri, göç güzergâhı üzerinde olan Türkiye, Libya, Tunus, Kolombiya gibi ülkeler açısından mültecileri pazarlık unsuruna dönüştürüp araçsallaştırıyor ve bunun en büyük yükünü mülteciler ve yerel toplumlar çekiyor. Mültecilerin pazarlık unsuru olmaktan kurtarılıp göç hareketinin küresel bir olgu olduğunu kabul etmek ve küresel ölçekte insan haklarını esas alan bir temelde çözüm anlayışının gelişmesi gerekiyor.”  (Birikim Dergisi -3 Ağustos 2021-Türkiye’nin Göç Politikaları: Mevcut Durum ve Gelecek – Kemal Vural Tarlan)

Tarlan, göçmen sorununda çözümün neler olduğuna veya neler olabileceğine dair bir şey söylemiyor. Yalnızca bize çözümün küresel ölçekte insan haklarını esas alan bir temel üzerinden olması gerektiğini söylüyor.

Elbette bu bir K. Vural Tarlan eleştiri yazısı değil; haksızlık etmeyelim.

Çağımızın temel bir sorunu olan göçmenlik sorununa dair çözümler için formüller üretilemez. Bu devasa sorun temennilerle, palyatif tedbirlerle, lokal dayanışmalarla da çözülemez.

Ayrıca benim burada çözüme dair fikirler beyan edecek donanımım yoktur. Yalnızca birkaç görüşümü ifade edeceğim.

Bu devasa sorun kimi solun sınırlar kalksın, isteyen istediği yerde yaşama hakkına sahip olsun, dolaşım serbestliği olsun gibi ütopik ve romantik görüşleriyle de çözülemez. Sınırlar kalkar, dolaşım serbestliği olursa elbette göçmenlik diye bir sorun da kalmaz!

Enternasyonalist bu görüşler gerçekten çok güzel ve ideal. Marksist solun 150 yıllık rüyası ve amacı da bu! Devletin sönümlendiği, sınıfların olmadığı, sınırların kalktığı bir dünya ve herkesin yeteneğine göre ürettiği, herkesin ihtiyacına göre tükettiği bir sistem! İşte komünizmin tanımı bu.

Kim istemez böyle bir dünyayı?

Elbette sermaye kesimi ve devlet bürokrasisi!

Fakat bu husus, salt bir isteyip istememe sorunu değildir!

Yukarıda konu edilen çözümün günümüzde nesnel olarak bir karşılığının var olup olmadığıdır.

İlk elde atılması gereken adımlardan birincisi, mülteciliği ve göçmenliği yaratan koşulları ortadan kaldırmaktır. Bunların neler olduğunu ve nasıl sağlanacağını bilemiyorum. Hem bu konu belli uzmanlıklar ve araştırmalar isteyen spesifik bir konudur. Fakat ilk elde aklıma geldiği kadarıyla neoliberal ekonomilerin üretim biçimlerini ve doğa tahribatlarını sınırlamaktan, faşist ve dikta rejimlerine destek vermemekten, yerel çatışmaları durdurmaktan vs. geçer diyebilirim.

Mümkün mü?

Çok zor.

Fakat başka çare de yok!

NOT: Göçmenlik (sığınmacılık demiyorum), yok edilemez, edilmemelidir de. Göçmenlik toplumlara aşı gibi etki eder. Uzun vadede toplumun melezleşmesini, çeşitlenmesini, renklenmesini, kültürel çoğalmasını sağlar. Örneğin en azından son yüz yıllık tarihimizde, kavruk ve çarpık Anadolu insanın fiziksel dönüşmesinde ve kültürel çeşitlenmesinde Balkan ve Kafkas göçmenlerinin doğrudan etkileri yok mudur?