Troya Çanakkale’de bulunan 5 bin yıllık antik bir kent.
Troya’yı dünyada bilinir ve çekici kılan asıl etmen ise, Homeros’un İlyada destanı.
Homeros Smyrna’da (İzmir) MÖ 700’lü yıllarda yaşamış İyonyalı bir ozan. Batı edebiyatının ilk büyük eseri kabul edilen mitolojik destanı İlyada’da anlatılan Troya savaşı MÖ 1.250’lerde yaşanmış.
Homeros bu destanı 550 yıl sonra yazmış. Bu süre boyunca Troya savaşına dair halklar arasında epik şiirler söylenegelmiş. Homer’de bunları derlemiş ve dünya edebiyatına 16 binden fazla dizesi bu büyük destanı armağan etmiş.
Hemen bütün toplumların tarihinin bir döneminde mitoloji vardır. Çoğu toplumlar varlıklarını destanlar yoluyla ifade eder ve bu yolla tarihsel bir meşruiyet ve üstünlük dayanağı oluştururlar. Tarihin bir dönemi için toplumlara moral değer oluşturan bu mitos kültürü, mitostan logosa geçiş süreciyle birlikte etkilerini de yitirirler.
Logosla birlikte (bilgi dönemi) söylenceler, masallar, olağanüstü hikayelerin epik anlatımı olan destanlar, kısacası mitoloji, toplumların tarihinde yitmiyorlar, onlar birer edebi eser ve kültürel zenginliğin birer parçası olarak kalıyorlar, ama artık toplumsal yaşamda moral bir değer ve toplumun varlığıyla bağ kurma aracı olmaktan çıkıyorlar. Yani mitoloji, toplumsal ilişkilerin tanzimindeki ve siyaset üretmedeki fonksiyonunu yitiriyor.
Böyle olmakla birlikte tarihteki diktatör ve faşist rejimler, mitolojiyi kullanmaktan geri kalmıyorlar. Çünkü mitolojik destanlardan, hikayelerden yeni bir yalan tarih ve toplum kurgusu çok daha kolay üretilir.
Atatürk Hektor’un öcünü aldık demiş
Bu yıl tekrar Troya’ya gittim. Yeni bir müze binası yapılmış. Çok güzel. Eserlerin tasnifi, yerleşimi, sergilenmesi ile binanın mimari yapısı birbirine uyumlu.
Mekân ferah. Antep’te, Hatay’da böyle güzel müze binaları yapıldı.
Müzede katlar arasında merdiven yerine yatay yürüyüş yolu yapılmış. Yorucu değil. Her bir kat yolu boyunca 3 dilde (Türkçe, İngilizce, Almanca) yazılı tanıtım/bilgi levhaları konulmuş.
Bu levhalardan birinde Fatih’in “Troya’nın öcünü aldık” diyen anlatısı yazılı. Bir diğerinde Türklerin Troyalılarla bağları olabileceği iddiaları yazılı.
En ilgincini ise “Mustafa Kemal Atatürk’ün 1922’de yanındaki bir subaya söylediği öne sürülen ‘Dumlupınar’da Hektor’un öcünü aldık’ sözü ile Homeros’un Troya Savaşını Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla sonuçlanacak Kurtuluş Savaşı ile ilişkilendirerek Türkiye’nin modern siyasi tarihine taşınmıştır.” Levhası oluşturuyor.
Bırakalım sıradan bir insanı, tarihi bir kişiye ait olduğu söylenen bir sözün kaynağı nasıl olmaz? Ne demek “M. Kemal’in 1922 yılında yanındaki bir subaya söylediği öne sürülen ‘Dumlupınar’da Hektor’un öcünü aldık’ sözü?
Bu cümlede iki büyük yanlış var: O subay kim? Adı yok, herhangi bir kayıt yok! Ne ala; kaynağı olmadan Atatürk’e birçok söz söylettirilebilir. Öyle de oluyor zaten.
İkinci yanlış; “söylediği öne sürülen” bu sözün, söylenmemiş olabileceği anlamını da taşır. Böyle bir ibare o levhanın yazılmasını sağlayan erk her kimse, “öne sürülen” diyerek kendine bir açık kapı bırakmaktadır.
Bürokrasinin ve hatta akademi dünyasının özelikle son yıllarda bozuk bir Türkçeye sahip olduğunu biliyoruz. Milliyetçilerin asıl sahip çıkmaları gereken alan olan dili bu kadar kötü kullanmaları bir çelişki değil. Çünkü milliyetçilik hamasettir ve rasyonalitesi arızalıdır.
Günlük ilişkilerimizde sokakta, kahvede, evde falan filana demiş ki türünden konuşmalar yaparız. İdeolojik tatmin, övünme gibi nedenlerle M. Kemal’in böyle dediğini konuşabiliriz. Çünkü ideolojik, siyasi tatminin veya övünmenin gerçekle ilişkili olmak diye bir sorumluluğu yoktur. Sözel kültür bu tür hamasetleri bir ölçüde kaldırabilir.
Ne yazık ki resmi tarihin de ahlaki olmak, tutarlı olmak, gerçekçi olmak gibi bir sorumluluğu yoktur. Sorun da burada düğümlenmektedir!
Uluslararası niteliğe sahip bir müzede böylesi yalan yanlış bilgilerin tanıtım/bilgi levhalarına yazılması hakikaten çok ayıp!
Tarih öznelliklerin keyfince at koşturduğu bir alan değildir.
Onca Atatürk külliyatında yakın zamana kadar M. Kemal’in Troya’ya dair tek bir sözü, anısı yer almıyorken, şimdi nereden çıktı bu Hektor’un intikamı söylenceleri?
Anadolu-Yunan çatışması
Osmanlı’da Yunan düşmanlığının kronik hale gelmesinin başlangıcı 1821 Yunan bağımsızlık isyanıdır.
O zamana kadar Osmanlı bürokrasinin tepelerinde bulunan hatta Heyet-i Vükela’nın sadrazam dahil bir kısım görevlileri ezici çoğunlukla Rum’du. Yunanistan’ın bağımsızlık kazanmasıyla birlikte II. Mahmut devlet bürokrasisinden Rumları tasfiye ederek yerlerine Ermenilerden yöneticiler atadı.
Parantez açarak belirtelim ki, “Millet-i Sadıka” denilen Ermeniler 1890’lardan itibaren “Millet-i Mahkûme” haline getirildi.
Osmanlı Yunan gerilimi 97 yıl sonra 1919’da Yunanların İzmir’i işgaliyle yeni bir evreye girdi. İzmir’in işgali, Millî Mücadelenin hem fitilini ateşledi hem dinamiğini oluşturdu. Türk milliyetçiliği tahkimatının önemli bir direği olan Yunan düşmanlığı, Cumhuriyetle birlikte yeni bir şekle büründü. Bu şekil, Osmanlı döneminde büyük tasfiyelere ve kırımlara uğramış Rum tebaanın Cumhuriyet’te kalan bakiyelerinin çeşitli bahanelerle tasfiyesi halinde devam etti.
Siyasetin bu uygulamaları eğitim-öğretim alanında ve edebiyatta da devam etti. Açıktan Yunan düşmanlığını körükleyen milliyetçilerden farklı olarak daha sofistike olan ve özellikle de Yunan düşmanlığı yapmak yerine Anadolu üzerinden hareketle tarihi bir süreklilik içerisinde bir Anadolu Türk yurdu özdeşliği kurmaya çalışan ve kendilerine “Mavi Anadolucular” adını veren bir edebiyat akımı oluştu.
Cevat Şakir Kabaağaçlı, Sabahattin Eyüboğlu, İsmet Zeki Eyüboğlu, Azra Erhat, Vedat Günyol gibi değerli kişilerden oluşan bu akım, coğrafya üzerinden bir vatan anlayışı oluşturarak Türklüğü Anadolu uygarlıklarına monte etmeye çalışıyorlardı.
Kitaplarında antik dönem Anadolu’da bir Yunan varlığının olmadığını, Ege’deki antik kentlerin Anadolu halklarına (Elbette Greklerden ayrı Anadolu halkları da vardı) ait olduğunu işliyorlardı. Anadolu’da bulunan antik kentlerde bugün bile kalıtlarını gördüğümüz Grekçe yazıtların, kendini daha belirgin olarak sütun başlıklarındaki Dor, Korint üslubunda ve tiyatro yapımında gösteren Helenistik mimarinin varlığı ortada dururken, son 200 yılda oluşan Yunan düşmanlığı bu devasa gerçekliği inkara yönelebilmiştir!
Mavi Anadolucuların bu bakış tarzı Türk-Yunan ilişkilerinde bir yarılma oluşturmadı. Çünkü bu kişiler hümanist bir dünya görüşüne sahiptiler.
Asıl yarılma, bu bakış tarzını uçuk noktalara kadar götürerek Anadolu’daki uygarlıkları Türklüğün parçaları olarak gören milliyetçilerin elinde tarihsel bir histeriye dönüştürülerek yaşanmakta. Anadolu ve Yunan düşmanlığı histerisine en kullanışlı dayanak ise Troya destanıdır.
Troya Anadolu’ydu ve Yunan işgaline karşı savaşmıştı. Hektor ise bu savaşta Troya’nın asil kahramanı ve simgesiydi. O halde milliyetçi tarih yazımına göre Fatih II. Mehmet de M. Kemal de Hektor’un öcünü almalıydılar. Kurgusal olarak aldırdılar da!
Bu hikâye postmodern dünyanın alabildiğine cıvıklaştırdığı hakikat yitiminin tipik bir örneğidir.
Troya’dan Atatürk’e kurgulanan ilişki, mitostan mitosa kurgulanan tarihsel bağdan öte bir anlam ifade etmiyor. Ve bu iddianın uluslararası bir müzede bilgi levhası olarak yer alması bir özgüvensizliğin, kendini ispat çabasının bir dışavurumudur.
Bu tür anlayış sahipleri Troya Destanı’ndaki o muhteşem edebiyatın farkında bile değillerdir. Çünkü benlik ve milliyetçilik duygusu, o hazzın önünü kesen bir tıkaçtır!