Mülteci sorunu

Nazım Hikmet, 12 yıllık aralıksız hapis hayatının ardından, 26 Mart 1951 de Romanya üzerinden Moskova’ya gitti. Öldüğü gün olan 3 Haziran 1963’e kadar 12 yıl aralıksız sürgünde mülteci olarak yaşadı ve öldü. Yılmaz Güney, 5 yıllık hapisten sonra 9 Ekim 1981 tarihinde önce Meis Adası’na ve oradan İsviçre’ye, daha sonra da Fransa’ya gitti ve öldüğü gün olan 9 Eylül 1984 tarihine kadar Fransa’da mülteci olarak yaşadı.

Ahmet Kaya, 16 Haziran 1999’da ülkeyi terk etmek zorunda kaldı ve 16 Kasım 2000’de Fransa’da sürgünde mülteci olarak öldü. Cem Karaca, Melike Demirağ, Selda Bağcan ve daha niceleri geri dönecek kadar şanslıydılar. Bugün dünyanın çeşitli ülkelerinde yaklaşık 7 milyon Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı gerek siyasi gerek ekonomik nedenlerle göçmen olarak yaşamını sürdürmektedir. Ne yazık ki bu sayı azalmak yerine sürekli artıyor.

Giderek global bir sorun haline gelen ve artış eğilimi gösteren göçmenlik ve mültecilik sorununa iki farklı açıdan yaklaşmak mümkün. Göçmenleri sorun olarak gören yaklaşım ya da göçmenliği yaratan nedenleri sorun olarak gören yaklaşım. Meseleye hangi açıdan yaklaştığınız entelektüel düzeyinize bağlıdır.

Adına ister savaş deyin ister işgal deyin, ben işgal demeyi tercih ediyorum; Suriye’nin işgaliyle birlikte ülkelerini terk etmek zorunda kalan Suriyelilerin en çok sığındıkları ülke ne yazık ki Türkiye oldu. Bugün Türkiye’de sığınmacı olarak yaşayan Suriyeli nüfusunun 4,5 ile 7 milyon arası olduğuna dair farklı rivayetler var. Elbette bunun getirdiği sorunlar da var. Gerek ekonominin gerek sosyolojik ve kültürel yapının bu ek nüfustan etkilenmemesi mümkün değil. Ancak ne var ki bu sorunların hiç biri, siyasilerin göçmenleri hedef alan ve/veya hedef gösteren mesajlarından daha büyük ve ürkütücü değil. Bu tür sağ-popülist söylemlere gelişmiş batı demokrasilerinde de zaman zaman rastlamak mümkün. Fakat bu ülkelerde gerek toplumun çoğunluğu gerek merkezi siyaset prim vermez ve büyük etkiler yaratmadan geçip gider. Velakin bizim gibi ülkelerde durum hiç de öyle değil.

Bir dönem Kültür Bakanlığı yapmış, sosyal-demokrat kişiliğiyle gençlerin idolü olmuş eski bir siyasetçi twitter hesabından, doğrudan mültecilere seslenerek, onları hedef alan ve hedef gösteren pervasız bir twitt paylaşabiliyor. Üstelik iki cümlelik bu twittin her iki cümlesinde de Türklüğe vurgu yaparak..! Demokrat ve entelektüel kesimden gelen büyük tepkilere rağmen ısrarla mesajını geri çekmiyor. Çünkü toplumda giderek yükselen mülteci karşıtlığını partisi adına oya tahvil etmek istiyor. Oysa bu eski siyasetçi ve partisi, Suriye işgali başlarken ve savaş esnasında, iktidara gerek örtülü gerek açıktan sürekli destek verdi, mecliste tezkereyi onayladı. İktidarı eleştirirken bile iktidarın diskuruyla, “yerli ve milli” jargonla onları eleştiriyordu.

İktidar partisi cihatçılarla işbirliği halinde Suriye zenginlikleri talan ederken, sanayi tesisleri, zeytin ağaçları dahi yerlerinden sökülüp getirilirken ağız dolusu haykırmıyor, bunlara karşı çıkmıyordu. İktidarın yarattığı siyasi atmosferde ilkesel duruş sergileyerek değil, iktidarı taklit ederek siyaset geliştiriyordu. Oysa bilmiyordu ki “taklit aslını yüceltir”.

Ekonomik sorunlar, kötü yönetim, siyasi baskı, hukuk sisteminin iktidarın sopası haline getirilmiş olması ve bütün bunlara karşın muhalefet partilerinin etkili siyaset yapamamaları gibi nedenlerle Türkiye toplumunun büyük bir kesiminde birikmiş bir öfke var. Hal böyleyken, sosyal demokratlık iddiasında olan parti ve siyasetçilerin, entelektüellerin mültecileri hedef alan söylemlerden uzak durmak bir yana, derhal karşı tavır geliştirmeleri ve toplumu aksi yönde aydınlatmaları gerekir. Aksi halde toplumda birikmiş olan öfke göçmenlere yönelirse, bunun trajik sonuçları olacaktır.