Köşe Yazarı

Osmanlı’da devlet ve birey…(1)

Abone Ol

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

(Üç bölümde yayınlanacak olan bu yazı yakında çıkacak olan  „Bilişsel Tarih ve Toplum Bilimleri Açısından Osmanlı’dan bu Yana Türkiye’de Kapitalizmin Gelişme Diyalektiği“ başlıklı kitabımdan alıntıdır…)

 Sadece Osmanlı’da da değil,  bugün halâ  Türkiye Cumhuriyeti’nde bile, azıcık sıkışsak, neden hemen, “beka” sorunundan bahsedilir, “ne olacak bu Devletin hali”, ya da, “Devleti nasıl koruyacağız-kurtaracağız” diye düşünen birileri çıkar  ortaya? Bu neden böyledir, nedir bu işin tarihsel, toplumsal temelleri? Bugün halâ, “sağcısıyla”, “solcusuyla”, “demokratıyla”, “ilericisi” ve “gericisiyle”, “dincisi” ve “dinsiziyle” bütün “Cumhuriyet aydınlarını” içine alan bu ruh halinin esası nedir?..

 Kentten çıkma Batı toplumlarında  birey ve toplum önce gelir, devlet sonra! Devlet, bu zemin üzerinde oluşur; elementlerini bireylerin oluşturduğu sistemin merkezi varoluş instanzıdır o. Birey ise, üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olarak  kendisi için üretim yapması nedeniyle, ya da tabi, emeğini satarak üretim sürecinde kendisi için varolması nedeniyle   bireydir ve vardır. Sosyal sınıfların ortaya çıktığı temel  budur. Toplum, üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olanlar ve olmayanlar olarak ikiye bölündüğü zaman,  sınıflı toplum da oluşmuş olur. Devlet  de, bu yeni durumu, dengesizlik üzerine kurulu bu yeni “dengeyi” muhafaza etmenin aracı olur. Zaten bu yüzdendir ki, onun, “mülk sahibi sınıflar lehine oluşan bu  ‘dengeyi’ koruyan kamu gücü olduğu”, “egemen sınıfın örgütü olduğu”, “egemen sınıfı  temsil ettiği” söylenir.

 Osmanlı Devleti’nin ve toplumunun oluşumu ve yapısı ise bambaşkadır…

 Hep altını çizdiğim nokta şu: Osmanlı’da kuruluştan önceki dönemde, içinde Batı’daki anlamda bireylerin oluşmadığı bir aşiret toplumu vardır ortada… Bu toplum daha sonra fütuhata girişiyor, ve “Devlet” haline geliyor!.. Bu  durumda, yeni oluşan toplum ve Devlet, Batı’daki gibi, elementlerini bireylerin oluşturduğu bir sistem değildir! Sistemin mantığına göre, birey halâ yoktur  ortada, çünkü “özel mülkiyet yoktur”! “Mülk Allah’ındır”, “Allah adına da mülkün sahibi olan Devlet’in başınındır”!.. Osmanlı sisteminin elementleri, üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olarak, kendisi için üretim yapan “birey”ler değildir. Osmanlı’da,  Allah adına da olsa, mülk sahibi olan tek “kişi” merkezi temsil eden Sultan’dır. Tek “birey”, kendisi için, kendiliğinden varolan tek kişi o dur.[1] Diğer insanlar, birey-vatandaş olmayıp, kendi varlıklarını toplumu temsil eden bu Devlet’le birlikte oluşturabilen, Devlet ve toplum varolduğu için, onunla birlikte varolan Reayasürükul insanlardır. 

Bu durumda, bireyin olmadığı bir toplumda, Batı’daki anlamda bir “sınıf”tan da bahsedilemezdi! Peki, Osmanlı toplumu, Osmanlı’nın kendini ifade ettiği gibi “sınıfsız” bir toplum mu idi?..



 Hayır tabi! Osmanlı’nın nasıl bir sınıflı toplum olduğunu daha önce inceledik.[2] Bu toplumun, “Yönetenler” ve “Yönetilenler” olarak iki sınıftan oluştuğunu gördük.  Burada önemli olan, kentten çıkma Batı toplumları için kullanılan “sınıf”, “birey”, “sınıfsızlık” gibi kavramların Osmanlı’daki karşılığının aynı olmadığıdır. Bu kavramları Batı’daki gibi kullanacak olursak, ortaya tam bir bilmece çıkar ve içinde yaşadığımız topluma yabancılaşırız! İşte meselenin düğüm noktası da buradadır zaten. Birey olarak gelişmemiş, kendi varlığını birey olarak üretemeyen  Osmanlı ve Türk insanının, sıkıştığı zaman, “Devlet’i korumaktan-kurtarmaktan” bahsetmesinin nedeni budur. Ona göre “Devlet” -aynen daha önceki aşireti gibi- önce gelir. Ve ancak “Devlet varsa kendisi de, diğer insanlar da vardır.“ Devletin “kutsal” bir varlık oluşunun altında yatan mantık budur…

Biliyorum, bütün bunlar, Osmanlı ve daha sonra da onun devamı olan”  Cumhuriyet dönemi “aydınları” için (dünkü ve bugünkü, “Beyaz ve Siyahtürk” aydınlar için…) “anlaşılamaz” şeylerdir!.. 

Çünkü, Devletin toplum mühendisliğine soyunduğu bir sürecin ürünü olan Osmanlı ve Cumhuriyet “aydınları”,   içinde yaşadıkları topluma, onun tarihine yabancılaşmıştır. Onlar adeta, kendi toprağından sökülüpte  Devletin onlar için geliştirdiği  toplumsal bir kavanozda  yetiştirilmiş çiçeklere benzerler!.. Sahip oldukları bilgiler, ya Batı’dan “öğrenilen” şeylerden, ya da İslamcı  ideoloji aracılığıyla üretilen bilgilerden ibaret olduğundan, bunların maddeleşmesiyle oluşan “medeniyetimiz”de köksüz kalmıştır!.. Olay malesef budur… Bu nedenle, önce süreci iyi tahlil etmek, toplumu değiştirme mücadelesinin kendini değiştirmeye paralel olarak gelişebileceğini görmek gerekir… Olayın Enformasyon İşleme Teorisi açısından açıklaması budur…

 (ŞİMDİ GELDİK DEVLETİ KURTARMANIN YENİ BİÇİMİ OLARAK “BATILILAŞMAYA”!..-2)

 

[1] Ama onun, yani Sultan’ın „birey „olarak „varlığı“da, Batı’daki gibi, üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip „özgür“ bir birey olmasından kaynaklanmaz! O, Allah’a ait olan mülkün, onu temsilen sahibidir. Yani gene Batı’ daki anlamda „özgür bir birey“ yoktur ortada!..

[2] Bütün bunları boşuna Marksist devlet-sınıf anlayışının içine sığdırmaya çalışmayın! Sığmaz çünkü! Ben yıllarca uğraştım sığdıramadım!  Marks’ın „devlet“i ve „sınıf“ı,  kentten çıkma Batı toplumlarının tarihsel gelişimi içinde biçimlenir. Marks, göçebelikten, fütuhat yoluyla devletleşmeyi ve sınıflı toplum haline gelişi  incelememiştir…