Gene üç bölüm halinde yayınlanacak olan bu yazıya başlarken, önce hemen okuyucunun aklına takılacak şu soruya cevap vermeye çalışalım: “Peki, idealizmi, materyalizmi ve Varoluşun Genel İzafiyet Teorisi’ni anladık, ama bütün bunların ‘Tasavvufla’ ne ilişkisi var? Neden Tasavvuf’u da işin içine katıyorsun”?..
Daha önceki yazıya başlarken şöyle demiştim: “Bu yazının 3. Bölümünün tam da bir 12 Eylül günü yayınlanması ne kadar ilginç oldu!.. Düşünüyorum da eğer 12 Eylül olmasaydı ben yurtdışına çıkmazdım!.. Peki çıkmazdım da ne yapardım?..Bu sorunun cevabını hep düşünmüşümdür; vardığım sonuç şu oldu: O zaman benim bütün çalışmalar da çıkmazdı ortaya… Yani, gecenin en karanlık olduğu anlarda bile hiç umudunuzu yitirmeyin, çünkü her musibetten bir hayır doğar!..”
Şimdi buna şunu da ilave etmek istiyorum: Eğer 12 Mart Cuntası olmasaydı ve ben de Selimiye Askeri Cezaevi’nin o kalın duvarlarının arasında herşeyi yeniden öğrenme sürecini yaşarken bu arada ilkel sınıfsız toplum mücahidi atalarımızın bilgi temeli olan Tasavvufu da keşfetmeseydim gene bütün bu çalışmalar ortaya çıkmazdı…Çünkü benim bütün çalışmalarımın üç temel bileşeni var: Modern doğa bilimleri, burjuva ve işçi sınıfı kültürlerinin sentezi olan Marksist kültür ve ilkel sınıfsızlığın bilgi temeli olan Tasavvuf…
Evet, “Herşeyin Teorisi”ne doğru yola çıkarken, şöyle demiştik:
(M. Aktolga, “Herşeyin Teorisi, Sistem Teorisinin Esasları, Varoluşun Genel İzafiyet Teorisi ve Tasavvuf”, 2021, Alter Yay.)
Bütün varlıkların, kendi kimliklerini, varlıklarını oluşturma süreci içinde her an yaptık-ları işe dikkat ettiniz mi; nedir bunların özü? Çevreyle etkileşmek değil midir? Daha başka bir deyişle, çevreden gelen etkilerin -enformasyonların- daha önceden sahip olunan bilgilerle -“bilgi temeliyle”- değerlendirilip işlenilerek, etkileşme süreci içinde bozulan dengenin yeniden inşası için çaba sarfetmek -çevreyi etkilemek- değil midir?..
İşte, “şol cennetin ırmakları akar Allah deyu deyu” derken bir Yunus’un anlatmak istediği de bundan başka bir şey değildir! Çünkü, çevreyle etkileşme süreci içinde kendi varlığını yaratma ve onu koruma çabası, son tahlilde, her durumda sistem merkezinde oluşan sıfır noktasına -yani Hak’ka- tutunarak kendi varlığını devam ettirme mücadelesidir!..(Bu konu kitapta ayrıntılı olarak ele alınıyor…) “Her şey, her an kendince bir dua ve namaz halindedir” derken anlatılmak istenen de bundan başka bir şey değildir!..
Bütün bunları, şöyle de ifade edebilirdik:
Madem ki her şey, her an Hak’ka -sıfır haline- yani belirli bir denge durumuna ulaşabilme çabası içindedir, o halde, bizim “varolmak” adını verdiğimiz iki denge durumu arasındaki izafi varoluş çabası, tasavvuf bilgini atalarımızın terminolojisiyle ifade edersek, her durumda, Hak’kın adıyla (sıfır noktasından-Hak’tan) başlayarak, başka bir sıfır noktasına (denge haline, yani gene Hak’ka) ulaşabilme çabası oluyor! Her durumda, Hak’kı -bir sıfır noktasını- referans alarak başlayan her izafi varoluş insiyatifi, daha sonra eskinin içinden çıkıp gelen yeni bir sistemin merkezinde oluşan “başka bir sıfır noktasında” “Hak’kın varlığında yok olarak” son buluyor. “Her şey, her an, Hak’tan yola çıkıp gene ona dönüş halindedir”in, yani, “her şey her an yeniden yaratılmaktadır”ın diyalektiği bundan ibarettir… (“Herşeyin Teorisi”…)
İşte, 21. Yy. bilimiyle atalarımızdan bize miras kalan Tasavvuf düşüncesinin kesiştiği nokta tam burasıdır!..
Bu tablo içinde “Hak”, yani “Tanrı-Allah”, her durumda, varlıkların sistem merkezini temsil eden sıfır denge noktasındadır. “O, her yerde, ama hiçbir yerdedir”in anlamı bundan ibarettir. O “her yerde hazır ve nazır olandır” denir, neden? Çünkü bu evrende yer alan bütün varlıklar kendi sistem merkezlerinde bulunan bir sıfır noktasıyla temsil olunurlar da ondan; işte “ondan gayrı hiçbir şey yoktur”un anlamı budur!..
Peki, uzay zaman içinde böyle, bütün sistemlerin -varlıkların- sistem merkezini temsil eden “sıfır noktası” diye metafizik bir nokta var mıdır gerçekte? Yoktur tabi!! Bu, sıfıra maddi bir varlık atfetmek olurdu! Böyle bir şey “Hak’ka-Tanrı’ya” “eş koşmak” anlamına gelirdi! (İşte bu nedenledir ki, aslında bütün o materyalist ve idealist dünya görüşlerinin hepsi, “kendinde şey-mutlak gerçeklik” anlayışından yola çıktıkları için, “Tanrı’ya şirk koşmayı” temel alırlar!..) Onun -sıfır noktasının- “varlığı” yokluğundadır!.. Söyleyin bana, “ne yerdedir, ne gökte, ne adı vardır, ne tadı, ne rengi”… nedir bu tanımlamaya çalıştığınız şey?..
Şimdi, bir anda, Tasavvuftan bilişsel bilime dönüyoruz ve aynı gerçekliği bilişsel bilimin diliyle ifade ediyoruz!..
“Herşeyin teorisinin iki boyutu vardır: Birincisi, Sistem Teorisi, ikincisi de, Enformasyon İşleme Teorisi. Bu yüzden onu, her iki zeminde de kendine özgü bir dille tanımlamak, ifade etmek durumundayız… (“Herşeyin Teorisi” s.21)
1) Bu evrende var olan her şey, kendi içinde bir A-B sistemi iken, aynı anda, sistem merkezinde temsil olunan varlığıyla, bir başka sistemin (C-E) içinde C olarak da yer alır, var olur (buradaki A, B, C, D, E,F rasgele-sembolik ifadelerdir)…
“Bir şey”in, ya da “her şeyin” anatomisi..
2) Her sistem, ya da her varlık, “dışardan” -çevreden- gelen, alınan madde-enerjiyi-enformasyonu kendi içindeki bilgiyle değerlendirerek işlerken, ilk adımda, dışardan gelen-alınan bu etkiye karşı bir cevap-reaksiyon olarak varolur; bu enformasyona kaynak teşkil eden nesneyle birlikte oluşturulan bir A-B sisteminin içinde, bu sistemin bir parçası şeklinde izafi bir gerçeklik olarak ortaya çıkar.
Yukardaki tanımdan da anlaşılacağı gibi, “Sistem Teorisi” daha çok evrensel oluşumun yapısal yanıyla ilgilenirken, onu hayata bağlayan, ona ruh veren de “Enformasyon İşleme Teorisi”dir. Aslında bu iki teori birbirini tamamlıyor. Çünkü, sistem gerçekliği, dışardan gelen, alınan madde-enerjiyi-enformasyonu kendi içindeki bilgiyle değerlendirip işleyerek bir çıktı-ürün oluşturan, bununla da dışarıyı etkileyen interaktif bir oluşumdur. Bu anlamda, “Herşeyin Teorisi”, “Sistem Teorisi”nin ve “Enformasyon İşleme Teorisi”nin birlikte oluşturdukları en üst bir teorik çerçeve olarak ortaya çıkıyor. Fizik, kimya, biyoloji, astronomi, toplum bilimi de dahil olmak üzere bütün bilimler, her biri kendi alanında, sistem gerçekliğini kendine özgü biçimleriyle kavrayıp, bu zemin üzerinde enformasyon işleme mekanizmasının nasıl çalıştığını-işlediğini açıklamaya çalışırlar. Kuantum Teorisi’nden, Evrim Teorisi’ne, Genel İzafiyet Teorisi’nden, Elektromagnetizm’e, hatta ve hatta, Klasik Fiziğe-Newton’un Hareket Yasaları’na kadar bütün bilimsel çalışmaların hepsini kucaklayan evrensel oluşum yasasıdır “Herşeyin Teorisi”…
Bu evrende varolan her şey bir sistem değil midir? “Evet”! Peki bütün sistemler de kendi içlerindeki sistem merkezinde bulunan bir “sıfır noktasında” temsil edilmiyorlar mı? Gene “evet” mi dediniz!.. İşte, atalarımızın, “bu evrende ondan gayrı hiçbir şey yoktur” diyerek ifade etmeye çalıştıkları gerçekliğin sırrı budur! “Kaf dağının arkasında saklı olan hazinenin” sırrı budur!..
Atalarımız bu gerçeği, kendi dinsel terminolojileriyle, yüzlerce yıl önce şöyle ifade etmişlerdi: “Tanrı insanı kendini bilmesi için yaratmıştır”!..
Peki insan ne yapıyor bunun için? Aynaya bakıyor ve diyor ki “En El Hak”! Örneğin, kendi içindeki “kendisinden içeri” olan o “Ben’i” hissettiği an Hallacı Mansur “En El Hak” demişti! Ve o an da yok edilmişti tabi! Neden? Çünkü Hak, yani sıfır hali -kendisi olarak- konuşamaz ki!.. Bu nedenle, yani Hallacı Mansur, “En El Hak” diyerek, kendini -kendi nefsini- kendi içindeki sıfır halinin -Hak’kın- yerine koyma hatasına düşüyordu!…
Peki “Hak’ka ermek” nedir, “Erenler” denilen atalarımız kimlerdir?..
Onlar, gerçekte ağzı var dili yok olanlardır! Çünkü, duygusal düzeyde “hakikate erdiğin” an onu “susmaktan” başka türlü ifade edemezsin!.. “Erenlerin”, diğer insanlarla ilişkileri içinde gerçekliği ifade biçimleri ise, insanların ihtiyacı olduğu kadarını onların anlayabileceği bir dille onlara aktarmak şeklinde olur!..
Peki “ben” ne yapıyorum şu an?..
“Ben”, “O” değilim ki! “O” olmadığımın bilincindeyim! “Ben” insanım ve bilişsel bir ifadeyle “onun” gerçekliğini dile getirmeye çalışıyorum! (Dikkat! “bilişsel bir ifadeyle” diyorum; yani, duygusal bir deyişle, Hallac-ı Mansur gibi kendi nefsimi “onun” yerine koymuyorum!!.) Niye mi? “Doğa insanla kendi bilincini yaratıyor” demiştik ya!.. O, yani doğa, evrim sürecinin her aşamasında, bu aşamanın diliyle kendini ifade ederek kendi kendisiyle konuşuyor aslında! Benim yaptığım da bunun dışında-ötesinde bir şey değil!..
Ne ki o “doğa”? “Herşey” denilen nedir ki? “Her şeyin” özü o “sıfır noktası” değil midir!.. İnsan olarak varoluş gerekçemiz, aradığımız şey de işte “onun” bilgisi, bilinci oluyor!.. Lafı uzatmayalım, hani bir söz var ya, “öküz nerede dağa kaçtı, dağ nerede yandı bitti kül oldu” diye, aynen öyle işte!.. Yani boşuna aramayın “onu”, “o” size sizden daha yakındır aslında!..
Son bir nokta daha! Peki, madem ki her şeyin gerçekliği “o” dur, yani bütün sistemler sistem merkezinde bulunan bir “sıfır noktasıyla” temsil edilmektedir; bu durumda, “bu evrende ondan başka bir şey yoktur” diyerek sıfıra mutlak-metafizik bir gerçeklik atfetmiş olmuyor muyuz?..
Hayır! Neden mi hayır? Çünkü, her şeyin özünü oluşturan o “sıfırın” kendisi de izafi bir gerçekliktir!.. Yani öyle “sıfır” diye “her şeyin” dışında -bütün varlıkların ötesinde- “mutlak gerçeklik” bir şey yoktur!!. Her varlıkla birlikte ona göre gerçekleşen, onun sistem-varoluş merkezini oluşturan izafi bir oluşumdur o. Atalarımız, “Allah varlıkları, tıpkı birer ayna gibi, onlara bakarak kendini seyretmek için yarattı” demiyor muydu!..