EVET, GENE ATALARIMIZA DÖNÜYORUZ: “NEFSİNİ BİLEN RABBİNİ BİLİR”!..
Mitolojilerde, masallarda hep bir “Kaf Dağından”, ve “onun ardına gizlenmiş olan” “sır”dan bahsedilir! Sahi nerededir gerçekte o “Dağ” ve o “sır”?..
O “Dağ” bizim nefsimizdir! Ya “sır”mı dediniz? Boşuna demiyor atalarımız “nefsini bilen Rabbini bilir” diye! Peki, nefsini bilince nası Rabbini bilmiş oluyor insan, nerede o “Rab”, nefs dediğimiz nöronal etkinlik nasıl örtüyor-gizliyor onu-“Rabbi”?..
İnsan da organizmal varlığıyla bir sistem değil midir; ve her sistem gibi o da kendi içindeki sistem merkezinde bulunan bir “sıfır noktasında” temsil olunmuyor mu? Alın işte size, “benden içeri olan o Ben”in -yani “Rabbin”- “sırrı”!.. Öyle bir sır ki bu, ona ulaşmak için önce onu gizleyen -ya da bu sırrı ele geçirmenize engel olan- “ejderhayı” “yok etmeniz”, daha başka bir deyişle, “kendinizden-nefsinizden” kurtulmanız gerekecektir!.. Nasıl mı? Eskilerin yapmaya çalıştıkları gibi onu-nefsinizi zorla yok etmeye çalışarak değil tabi!.. (İşte bu noktada atalarımızdan ayrılıyoruz!..) Onu -yani nefsinizi- “bilerek” “yok” edeceksiniz!.. İşte “nefsini bilen Rabbini bilir” in sırrı tam buradadır!..
O büyük “sırra” ulaşmamıza engel olan “ejderhanın” kendi nefsimiz olduğunu anlamışsınızdır sanıyorum. “Nefsini bilen Rabbini bilir” diyen atalarımız, sınıflı toplum aşamasında sahip olduğumuz “benlik” adı verilen o “ejderhayı” duygusal anlamda yok etmenin yolunu “küçük cihad”da buluyorlardı. 21. Yy. bilişsel biliminde ise, bunun yerini bilişsel cihad anlamında öğrenmek ve bilmek alıyor…
İnsan, “nefsini bilmeye” başlayınca, sınıflı toplumlar süresi içinde sahip olduğumuz “ben” denilen o nöronal aksiyonpotansiyelleri etkinliğinin, çevreyle etkileşme sürecinde, kendi içimizdeki sistem merkezinde sıfır noktasında ortaya çıkan ve “bizi” dışarıya karşı temsil eden izafi bir instanzdan-insiyatiften-elektriksel etkinlikten başka bir şey olmadığını da anlamış olur (Bu konuda geniş açıklamalar için, “Herşeyin Teorisi” s.125). İşte atalarımızın, “nefsini bilen Rabbini bilir” diyerek ifade etmeye çalıştıkları “kendi varlığında yok olma” bilincinin ortaya çıkış diyalektiği bundan ibarettir…
HAK’KIN DİYALEKTİĞİ!..
Tasavvuf bilgini Şeyh Bedreddin usta şöyle diyordu „Varidat“ında:
„Bütün evrenler bir zerrede vardır”.. “Bu gerçek ne kadar bilinir, bütünün her insanda bulunduğu ne kadar anlaşılırsa (bu gizlilik ne denli aydınlanırsa), ‘Ben gizli bir hazineydim, bilinmeyi istedim ve beni bilsinler diye insanları yarattım’ sözünün gizemi de o oranda aydınlanır. Ancak, bilen de, anlayan da (yaratan ve yaratılan da) gene onun kendisidir başkası değil (“Vahdeti vücud”).Tanrı bütün niteliklerden sıyrılmıştır, ama o, aynı zamanda bütün nesnelerle nitelenmiştir de. Bu evrende her şeyin özü o dur, ondan gayrı bir şey yoktur”. (Varidat, Şeyh Bedreddin, İsmet Zeki Eyuboğlu, Der. Yayınevi )
Ne diyor Şeyh Bedreddin burada:
1- “Bütün evren tek bir zerrede vardır”… (Bütün evren -evrensel diyalektik- tek bir atomun içinde vardır anlamına gelir bu)
2- “Tanrı insanı, nefsini -kendini- bilerek Rabbini bilsin diye yaratmıştır”. („Benlik“ denilen şeyin, sistem merkezindeki sıfır noktasında çevreyle her etkileşme esnasında yeniden oluşan bir elektriksel sinyaller demetinden ibaret olduğunu anladığın an, onun mutlak bir gerçeklik olmadığını, aslında sistemin sıfır noktasında temsil olunduğunu anlamış oluyorsun… “Kendi varlığında yok olmanın” anlamı budur…)
3- “Ancak, yaratan da yaratılan da -bilen de anlayan da- bir ve aynı şeydir”. Yani, yaratan ve yaratılan diye birbirinden ayrı iki varlık söz konusu değildir. Her şey -her nesne, her sistem- Tanrı’nın izafi bir gerçekleşme halinden ibarettir. Yani her şey özünde -sistem merkezindeki sıfır noktasında- Tanrı’dır. (Tanrı bütün niteliklerden sıyrılmıştır, ama o aynı zamanda bütün nesnelerle nitelenmiştir. Bu evrende her şeyin özü o dur (her şey sistem merkezindeki sıfır noktasında temsil olunur), ondan gayrı (sıfırdan gayrı) bir şey yoktur)…
Böyle diyor Şeyh Bedreddin. Ama, sadece Şeyh Bedreddin mi diyor bütün bunları? Muhyiddin’i Arabi’den Ahmet Yesevi’ye, Hacı Bektaş’tan Yunus Emre’ye kadar bütün o tasavvuf erlerinin söylediklerinin özü hep aynıdır…
Soruyorum herkese, atalarımızın Tasavvuf diliyle ifade etmeye çalıştığı bütün bu açıklamalar “Herşeyin Teorisinde” bizim bilişsel bilim alanında dile getirmeye çalıştığımız düşüncelerle aynı değil midir… Aradaki tek fark, atalarımız sadece duygusal düzeyde yaşayarak düşüncelerini ifade ederken, biz olayı 21.Yy bilişsel bilim zeminine taşıyarak aynı “gerçekliği” burada onun diliyle ifade etmiş oluyoruz…)
İşte, ilkel komünal toplum bilgini atalarımızdan bize kalan bilgi temeli mirasın, sınıflılık süreci içinde gerçekleşen birey eksenli kendini ve doğayı bilme süreciyle -bilgi temeliyle- etkileşmesi sonucunda ortaya çıkan modern komünal toplum biliminin-bilincinin özü, esası, “bilgi temeli” bundan ibarettir!..
Özetlersek, bu evrende ne öyle varlığı “kendinde şey” olan bir Ahmet, Ayşe, ya da elektron, atom veya güneş sistemi gibi “kendinde şey”-“objektif mutlak gerçeklikler” vardır, ne de bunları yaratan doğa üstü metafizik bir “idee”!.. Her şey, kendi içinde bir A-B sistemi olarak sistem merkezinde bulunan sıfır noktasında (“Tanrı, Hak”) gerçekleşirken, aynı anda, bir başka dış unsurla (Şekilde E, ilişki-etkileşme esnasında C olarak kendi nefsiyle (gene sistem merkezindeki sıfır noktasında) izafi bir gerçeklik şeklinde varolur, bilinir. Dikkat edin, iç diyalog açısından sistem merkezi olarak ifade edilen sıfır noktası, aynı anda, bir dış unsurla etkileşmeye bağlı olarak sistemin kendi nefsiyle gerçekleştiği nokta oluyor! “Ben”, “benden içeri olan Ben’i” kendi içinde barındıran izafi bir gerçeklik olarak vücud buluyor!…
İşte size o “Kaf Dağı”, işte onun ardında bir “canavarın” (nefsin) koruması altında bulunan “nadide çiçek”!.. Ve işte, modern sistem biliminin olduğu kadar atalarımızdan bize miras kalan bütün o tasavvuf bilincinin de özü-esası…
Aman dikkat! Şimdi bazıları hemen diyecekler ki, “aha işte bak, sen de sıfır noktasından -yani yokluktan- bahsediyorsun bunun adı “Tanrıtanımazlık” – “ateizm”- değil midir!?
Alâkası yok!! “Ateizmin”, yani “Tanrıtanımazlığın” özünde materyalizm yatar, materyalizmin “kendinde şey” madde-varoluş anlayışı yatar; varolmak için başka nesnelere ihtiyaç duymayan “objektif-mutlak gerçeklik” anlayışı yatar. “Ateistler”, idealizme, onun idee-Tanrı, din anlayışına karşı çıkarlarken kendilerinin de yeni bir din yarattıklarının farkında bile olmazlar! Metafizik bir “madde” dini! Onlar, bilimi pozitivist felsefeye göre yorumlayarak bir din haline getirirlerken, bunun da altında, günlük hayatın mekanik akışı içinde şekillenen sübjektif idealist bir “objektif-mutlak gerçeklik”-“kendinde şey madde” anlayışı olduğunun farkında olmazlar!..
Burjuvazinin tarih sahnesine çıkışına paralel olarak bilimsel temellerini Newton fiziğinde bulan ve insanın doğayı keşfi sürecinde idealizme karşı tarihsel olarak belirli bir görevi yerine getiren klasik bilim -ve onun felsefi zemini olan “materyalizm”- kuantum fiziğinin ve sistem biliminin ortaya çıkışıyla birlikte aslında çoktan tarihin çöp sepetine atılmış bir dünya görüşüdür. Çünkü, örneğin bir kuantum fiziğiyle -onun madde, varoluş anlayışıyla- “materyalizmi” bir arada düşünmek mümkün değildir! Ama tabi, kafasındaki ideolojik şablomları atabilenler farkedebiliyor bunu. Yoksa atış serbest!..
Aslında ne kadar ilginç; idealizmle materyalizm arasındaki o ideolojik perdeyi kaldırıverin, ortada sadece sınıflı toplum dünya görüşünden başka bir şey olmayan “kendinde şey” varlıklar anlayışı kalır! Biri der ki, “şeylerin bir yaratıcıya ihtiyacı yoktur, onlar objektif-mutlak maddi gerçekliklerdir”! Diğeri ise, metafizik bir “yaratan-yaratılan” anlayışından yola çıktığı için, bu durumda da gene, varlıkların karşılıklı etkileşme esnasında birbirlerini yaratırken yaratıldıkları anlayışına yer kalmaz.
İster, Marx’tan yola çıkarak “insan doğa’nın kendi bilincine varmasıdır” deyin, ister aynı gerçeği Şeyh Bedreddin ya da bütün diğer tasavvuf erleri gibi ifade ederek “Tanrı insanı kendini bilmek için yaratmıştır” deyin, özünde bütün bunlar aynı yere çıkıyor!.. “La İlahe İllallah”ın, “Hulefa-i Raşidin” devrindeki o ilk bozulmamış, yorumlanarak içeriği boşaltılmamış haldeki anlamı da daha farklı değildir. Buradaki “başka ilah yoktur”dan kasıt, maddi gerçeklikleri yaratan, onların dışında ayrıca varolan başka bir yaratıcı yoktur anlayışıdır. Dikkat ederseniz burada da gene özünde “kendinde şey”- “mutlak gerçeklik” anlayışının reddi söz konusudur. Ama tabi daha sonra “Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi Devlet ve onu temsil eden Sultanlar” devrinin başlamasıyla birlikte her şey değişir. Bu durumda, Devletleşen dinin ortaya çıkardığı “yaratan” “yaratılan” ikiliği, artık “yaratanın yeryüzündeki temsilcisi” olma sıfatını alan Sultanla onun “kulları” arasındaki sınıfsal karşılıkta kendine maddi bir temel bulmaktadır…
Peki, sınıfsız bir topluma tekrar geri dönmeyi hayal eden Tasavvuf bilgini atalarımız hiç mi buna karşı çıkmamışlardır?.. Karşı çıkmaz olurlar mı hiç, bütün bir tarihimiz bu türden isyanlarla doludur! Ama tabi ne var ki, tarihin akışını sınıflı toplum öncesine -ilkel sınıfsızlığa- döndürerek “o eski güzel günleri geri getirmek” mümkün değildi artık!..
Bu durumda ne kalıyordu geriye?..
Hiçbir sonuç alınamayan o mücadelelerin sonunda, “demek ki, “Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi olan Sultana” karşı ancak Tanrı tarafından gönderilen bir “Mehdi” yaratarak karşı durulabiliyor” sonucuna varan atalarımız, artık bundan sonra her seferinde bir “kurtarıcı” yaratıp onun peşine düşerek sınıflı toplumun karşısında yüz yıllardır “çaresiz kalmanın acısını bal eylemeye” çalışmışlardır!..
Ne sanıyorsunuz her dağın tepesinde yatıp duran o “yatırlar”, “dedeler”, “erenler” kimlerdi sanıyorsunuz… Ve de halkımız halâ onlara olan saygısını neden hiç kaybetmiyor sanıyorsunuz… İşte, modern sınıfsız bilgi toplumuna giden yolda atalarımızdan bize kalan ve bizim sımsıkı sarılmamız gereken mirasın özü budur… Varoluşun Genel İzafiyet Teorisi’nin, Herşeyin Teorisi’nin özü budur…