“ŞÜKÜR” NEDİR, ŞÜKÜRÜN DİYALEKTİĞİ!..
Yaşam süreci içinde her an, belirli bir hedefe ulaşma çabası içinde yeniden yaratılarak varolduğunun farkına varan insan, aynı zamanda, belirli bir andaki varlığının bir önceki sürecin sonunda ulaşılan mevziden kaynaklandığını da anlamış olur ki, bu da onda o an neye sahip olduğunun bilincini beraberinde getirir. İşte şükür’ün diyalektiği budur.
Daha başka bir deyişle, “Dimyad’a pirince giderken evdeki bulgurun” farkında olma, ondan vazgeçmeme, onu rizikoya atmama bilincidir bu! “Buna da şükür ya Rabbim” dediğin an, neye sahip olduğunu -yaşamın değerini, anlamını- biliyorsun demektir; yeni hedeflere ulaşmaya çalışırken sahip olduğun varlığının o ana kadar ulaştığın hedeflerden kaynaklandığının -bunun bir kazanım olduğunun- farkındasın demektir…
Tasavvuf bilgini atalarımız “her şey Hak’tan doğar ve sonra tekrar ona döner” demişlerdi!.. Yani onlar demek istiyorlardı ki, her işin kaynağı nasıl ki o işi yapacak olan sistemin potansiyel gerçeklik olarak ortaya çıktığı “ilk duruma” ilişkin sıfır noktasında temsil olunan “Hak” ise, yapılan işin sonunda ortaya çıkan ürün de, gene başka bir sıfır noktasında temsil olunan “Hak”kın bir başka şekilde ortaya çıkış halinden ibarettir. Her şey, bir sıfır noktasından -yani “Hak”tan- yola çıkarak, başka bir sıfır noktasında temsil olunan “Hak”ka doğru yol alırken, bu geçiş aralığında kendini üreterek yola devam etme -“yaşam”- hakkını kazanmış olur!..
PEKİ “SABIR”, O NEDİR?…
Sabırın mantığı da gene aynı diyalektiğe dayanır. Eğer işi yapan -kendi yaşam sürecin dahil- ürünü elde eden sadece kendi nefsinle “sen” değilsen, yani her durumda ürün sadece “sana” ait bir “mal”-özel bir mülk- değilse, o zaman neden “sabırsız” oluyorsun ki! Her işin bir zamanı, her çocuğun doğumu için gerekli olan bir gebelik süresi vardır. Aslında “sen” de, yani seni temsil eden nöronal etkinlik de bu üretim sürecine ilişkin zaman dilimi içinde onun bir fonksiyonu olarak gerçekleşiyorsun…
O halde, “sabırsızlık” iki nedenden kaynaklanıyor:
Birincisi; her durumda aslında bir sistem gerçekliği olan ürünü “nefs” sadece kendisine maletmeye çalıştığı için (bunun nedeni, koordinat sisteminin sıfır noktasının “nefsin” üzerinde olmasıdır) dizginler onun elinde olduğundan, o, süreç içinde kendini “bir an evvel ürüne sahip olma” duygusuyla birlikte gerçekleştirir! Bu aslında tipik bir sınıflı toplum hastalığıdır!..
İkincisi; “nefs” kendi varlığını “kendinde şey” “mutlak bir gerçeklik” olarak algıladığı için, bilinç dışı bir çabayla, bir an önce istediği şeye sahip olarak “kendinden” kurtulmaya çalışır!.. Çünkü, nöronal bir elektriksel sinyaller demetinden başka bir şey olmayan “nefs”-benlik doğası gereği, bir an önce “hedefe ulaşarak” ortaya çıkan sıfır noktasının varlığında elektriksel olarak “nötr” hale gelerek “kendinden” kurtulup “yok olmayı” ister!..
“Sabırsızlık” ve “huzur”…
Son tahlilde bir aksiyon potansiyeli, yani nöronal düzeyde elektriksel etkinlik olan “nefsin”, yapısı gereği, bir an önce belirli bir denge durumuna ulaşarak onun varlığında “nötr” hale gelip “yok olmaya” çalışmasını biz “huzur”-“huzura ermek” olarak ifade ederiz! O halde “huzur” ve “huzura ermek”, “nefsin” “sabırsızlıkla” birlikte anlam kazanan, bir an önce hedefe ulaşarak “yok olma” duygusuyla kendini ifade edişinden başka bir şey değildir!..
Ama bir de bilişsel sabır vardır!..
Bilişsel sabır, kim olduğunu, ne olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini bilişsel anlamda bilme, bilmeye çalışma erdemine dayanır ki, bu da bilişsel kimlikle birlikte ortaya çıkar. Bu durumda insan bilme sürecindeki eksikliklerinin farkında olduğundan, bu eksikleri giderme konusunda ne yapması gerektiğinin de bilincindedir. Her adımda sürecin hangi aşamasında bulunduğunu bilmek önündeki yola ilişkin genel bir tablonun oluşmasına yol açar; öyle ki, bu durumda artık yapılacak iş bellidir, bu işin yapılması gereken zaman süresi de ortadadır, “sabırsızlık” niye?.. “Sabırsızlık” olmayınca “huzursuzluk”, huzur arayışı da olmaz zaten… Bu durumda insan, üretim faaliyeti içinde üreterek varolur; her adımda, ürünle birlikte, onun “varlığında yok olurken” bu arada kendini de yeniden üretmenin rahatlığı içinde yoluna devam eder…
Tekrar “nefsini bilen Rab’bini bilir” in anlamı…
İnsan bilişsel düzeyde kendini bildiği an, bir sistem olarak kendi içindeki varoluş diyalektiğini -bu arada sistemin merkezinde oluşan sıfır noktasını, yani “Rab’bini” de- bilmiş olur! Öyle ki, bu durumda, işi yapanın hiçbir zaman tek başına “kendisi-nefs” olmadığı, ürünün -bu arada tabi bilişsel kimliğin de- daima bir sistem gerçekliği olarak ortaya çıktığını anlar!.. İşte, tasavvuf bilgini atalarımızın, “nefsini bilen Rab’bini bilir” derken duygusal-dinsel bir terminolojiyle anlatmak istedikleri de bundan -bu bilişsel varoluş diyalektiğinden- başka bir şey değildir…
“HAKLI OLMANIN” ANLAMI…
„Haklı olmak“, “eski” ile “yeni” arasındaki mücadelede, „eskinin“ içinden çıkıp gelmekte olan „yeninin“ “eskiye” göre daha “ileri” olan bir denge durumunu temsil etmesinden kaynaklanır. “Eski”, varoluş koşullarını “yeniye” karşı mücadele içinde ürettiğinden, bu mücadele içinde, otomatikman, mevcut durumu -ataleti- muhafazaya yönelik „kendinde şey“ duygusal bir kimlikle birlikte gerçekleşir ki, işte onun „Haksız“ olmasının nedeni budur. Bu durumda, sistemin egemen-dominant kutbu doğal varoluş koşulları içinde merkezi temsil eden Hak’kın yerine kendisini koymakta, mevcut sistemi- sistem merkezini- kuvvet kullanarak muhafaza etme, temsil etme “hakkını” ve yetkisini kendisinde görmektedir (“muhafazakarlık”!). Bu ise, “yeniyle” “eski” arasındaki mücadelede “haklılığın” (yani sıfır noktasını temsil etme yetkisinin) artık yer değiştirerek varolan sistemin içinde gelişen “yeniye” ait yeni merkezde anlam kazanmakta olduğunu gösterir…
Dikkat ederseniz burada bütün mesele, C’nin mevcut sistemi (A-B) korumaya çalışırken, “kendini”, kendi nefsini sistem merkezindeki sıfır noktasında temsil olunan Hak’kın yerine koyarak ona (yani kendi nefsine) „mutlak gerçeklik“-„kendinde şey“ bir varoluş hali- kimlik kazandırma iddiasından kaynaklanıyor. İşte, kuvvet kullanarak mevcut „durumu“ yani dengeyi korumaya çalışan C’nin „haksızlığının“ -“Hak’ka şirk koşar” konuma girmesinin- nedeni budur!.. D-F ise, aynı anda, buna karşı mücadele halinde olduğundan, o, E noktasında temsil olunan sistem merkeziyle “Hak’kı temsil eden” -“Haklı olan”- olarak ortaya çıkar! Görüyorsunuz, her şey varoluşun ve kendini üretmenin izafiliğiyle ilişkilidir!..
Ya peki, “La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim”in, yani “Allah’ım bana kuvvet ver”in anlamı nedir?..
Şimdi bakın, “yeni daima eskinin içinde doğar ve onun içinde, onun diyalektik anlamda inkarı-zıttı olarak gelişir, sonunda da onun yerini alır” demiştik ya, dikkat ederseniz burada iki süreç var:
Birincisi açık; bu, “yeninin eskinin içinde oluşumu ve gelişimiyle” ilgilidir. Eskiden beri varolanın kendini üretme süreci onun kendi içinde “yeniyi” de üretmesi süreciyle çakışıyor -bu süreç “yeni” açısından da onun kendini üretmesi süreci oluyor- Yani, “eski” kendi varoluş sürecini üretirken zorunlu olarak “yeninin” ortaya çıkışının ve onun da kendini üretmesinin koşullarını yaratmış oluyor…
Hemen bir örnek verelim: Kapitalizm kendini üretirken, azami kâr yasasının ve rekabetin sonucu olarak bilimi, makinalaşmayı, robotları da geliştirir, ki bu da sonunda işçi sınıfının ve burjuvazinin birlikte yok olmaya doğru gidişi anlamına gelir. Yani kapitalizm kendini üretirken kendi içinde modern sınıfsız toplum bebeğini de geliştirmiş, üretmiş olur…
İkinci nokta ise, diyalektik bir birlik -birlikte varoluş- anlamı taşıyan bu sürecin, aynı zamanda kendi içinde birbiriyle zıt iki süreçten oluşuyor olmasıdır. Öyle ki, “eski” kendini üretirken “yeninin” varoluş koşullarını da yaratarak onun da kendini üretmesine yol açtığı için, kaçınılmaz olarak, “eskiyle” “yeni” arasında (eskiye ait yaşam alanını birlikte paylaşmanın neden olduğu) bir yaşam biçimi ve alanı kavgasının -varoluş mücadelesinin- başlamasına neden olur. Yani, “eski” hem “yeniyi” yaratıyor, ama hem de onun kendi yerini (kendi yaşam biçimiyle, ilişkileriyle örülü yaşam alanını) almasını istemediği için ona karşı mücadele ediyor!..
Yukardaki örnek üzerinden devam edersek, evet kapitalistler bilimsel gelişmeyi, makinalaşmayı, robotların üretim faaliyetine girmesini teşvik ederler ama, bunu yaparken onların amacı maliyetleri daha da düşürerek rekabet güçlerini arttırmak, dolayısıyla da daha çok kazanmaktır. Onlar, bütün bunları yaparken hiçbir zaman işçilerin yerini robotların alacağı, kendilerinin yerine de yönetici beyin gücünün geçeceği modern anlamda sınıfsız bir toplumu falan arzu etmezler!!. Ya da, feodallerin kapitalizmi yaratmalarında olduğu gibi, feodaller de hiçbir zaman “kendi asılacakları ipi üretmek” için yapmamışlardı bu işi; onların da amacı ticareti geliştirerek bundan ekstra kazanç sağlamaktı vb…
Ama, bu sürecin belirli bir noktasında, “eskinin” koruyucu duvarları (üretim ilişkilerinin belirlediği sınırlar) “yeni” için artık bir hapishane haline gelmeye başladığı zaman, “eskinin” içinde oluşan yeni merkezi -sıfır noktasını- temsil eden unsur, bir üst düzeyde “Hakkı temsil ediyor” olmanın verdiği güçle, “eskinin” çıkardığı engelleri aşarak, yeni merkezde oluşan Hak’kın eskinin içinden çıkıp gelmesi adına ondan kendi nefsine güç-kuvvet talep eder! İşte, “La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim”in anlamı budur!..
Dikkat ederseniz burada “yeni” kendisi için, kendi nefsini mutlaklaştırmak adına bir kuvvet talep etmiyor!! Onun istediği kuvvet, doğmakta olan yeni sistemin merkezini temsil eden Hak adına Hak’tan talep edilen bir kuvvet olup, bu da -buradaki “kuvvet” de- “yeninin” “eskinin” içinden kendi nefsiyle çıkıp gelme arzusundan başka bir şey değildir!.. Tıpkı, ana karnından doğmakta olan bir bebeğin o an, hal diliyle, Hak’tan varloşu için kuvvet talep etmesine benzer bu!.. (Olayı daha iyi kavrayabilmek için empati yaparak kendinizi bir an ana karnından çıkmakta olan o bebeğin yerine koyup, o anın içinde oluşan bilinçdışı varoluş arzusunu kendi içinizde hissetmeye çalışın!..)
Bu bir mücadeledir, açık! “Eski” ile “yeni” arasındaki mücadeledir. Peki neden eninde sonunda bu mücadeleyi “yeni” kazanır?..
Çünkü, onun “eskinin” içindeki gelişme süreci bir yandan da zaten “eskinin” tükenmesi sürecidir!.. “Yeni”, “eskinin” sınırlarıyla mücadele ederek gelişirken “eski” artık bir noktadan sonra elde olanı koruma savaşı vermektedir!.. Yani, biri büyürken, büyüdükçe güç-kuvvet toplarken, öteki güçten-kuvvetten düşmekte, kendi boynuna geçen yağlı ilmeği kendisinin üretmiş olmasının verdiği hazla yok olmaktadır!!.
Bu andan itibaren artık bütün mesele, “yeninin” olayı -yani her adımda daha fazla güce kuvvete sahip olarak mücadeleyi başarıya götürme sürecini- kendi nefsine maletme hatasına düşmeden ilerletebilmesiyle ilgilidir…
Çünkü, evet „her durumda „yeni“ daima „eskinin“ içinde oluşur ve gelişir ama, bu durum „yeni“ olana, yani doğuma hazırlanan o çocuğa, „nasıl olsa bu doğum gerçekleşecek“ diyerek, vakti zamanı gelmeden iradi bir şekilde ana rahminden dışarıya çıkmaya çalışma hakkını vermez!!. „Eskinin„ içindeki gelişme -hamilelik- sürecinin (toplumsal süreçlerde buna „üretici güçlerin gelişme süreci“ deriz) bu iş için uygun hale gelmesi gereklidir… İşin içine “acele etme”, “sabırsızlık” falan gibi dürtüler girdiği an, “yeni”, süreç içinde sahip olduğu değiştirici gücü kuvveti kendi nefsine maletmeye başlıyor demektir ki, o andan itibaren artık süreç de doğal akış yörüngesinden çıkar!..
İNSAN, NEREYE?..
İnsan bir geçiş süreci yaratığıdır. Hayvandan “bilinçli doğaya” geçiş aralığı. O, duygusal-reaksiyoner varlığıyla bir hayvan, bununla iç içe, aynı binanın üst katı gibi bunun üstünde yükselen, bilgi üreten yanıyla da bilinçli doğadır. Bu iki süreç, etle tırnak gibidir insanda. Ata binmiş bir jokeye de benzetebiliriz onu. Daha başka bir deyişle insan, kendi biyolojik-vücud atının dizginlerini elinde tutan, onu yöneten binici gibidir!..
İyi bir jokey, ancak gelişmiş, güçlü, iyi bir atla birlikte başarılı olabilir. Bu yüzden, bilinçli doğanın ortaya çıkabilmesi, doğanın kendi bilincini üretebilmesi için, hayvanlık halini temsil eden benliğin (nefsin) gelişmesi gerekiyordu. Ama bu “gelişme”, aynı zamanda insanı en tehlikeli hayvan da yapar. Çünkü, bu süre boyunca, bilinçli doğanın bilgi üretim mekanizması (“cognitive” mekanizma) insanın içindeki hayvanın da elinin altındadır. Ve o, bunu kolayca kendisi için bir araç olarak da kullanabilir, kullanıyor da zaten!..
Evet, işin ilginç yanı da burada! Bu müthiş yaratık, bu en tehlikeli hayvan, gelişip güçlendikçe, ihtiyaçları, istekleri mevcut sınırları zorladıkça, onun daha ileri yaşam düzeyine ulaşma arzusu, güdüsü bilgi üretme sürecini de geliştiriyor. Elinde tuttuğu bilgi üretme mekanizmasıyla kendi dışındaki nesnelerle etkileşerek yeni bilgiler üreten ve bu bilgileri kendisi için kullanarak gelişen nefs, giderekten kendini de tanımaya, kendi bilgisini de yaratmaya başlıyor. Müthiş bir şey!
Bilişsel benlik, bilgi üretim sürecinin “son durumudur”. Bugün size, “kim üretiyor bilgiyi” diye sorulsa, hemen “ben” diye cevap verirsiniz. Ama, kendini bilerek dizginleri kendi içindeki bilişsel benliğe veren, artık onun yönetimi altında olan “insan” böyle düşünmez, düşünemez!.. Çünkü o artık “bilinçli doğadır”. Doğanın insanda kendi bilgisini ürettiğini, kendi bilincine vardığını bilmektedir. Kendi varlığında gerçekleşen bu sürecin anlamını, hem hissedip, hem de bildiği için artık bireyselliği kalmaz onun. Evrensel bilincin temsilcisi olmuştur o artık. Her yerdedir! Bazen bir atomun içindedir, bazen bir kuş, bazen de güneş sistemidir. “Beni bende demen bende değilim, bir ben vardır bende benden içeri” diyen bilinçli doğadır!..
Evet, “her yerde, ama hiçbir yerde”!..
Bisiklete binerken, ya da su içerken, aynı anda kalp atışlarınız da devam eder, mideniz, karaciğeriniz, denge organınız faaliyetlerini sürdürürler… Yani organizmanız, aynı anda hem kendi içinde bir A-B sistemi olarak işler, hem de çevreyle, dış dünyayla ilişkilere girerek, başka bir sisteminin içinde, onun bir parçası olarak da yer alır, gerçekleşir. (Sistemin iç ilişkileri açısından, bu ilişkileri yöneten nöronal kartların da oluştuğu sistem, aynı anda, sistem merkezindeki sıfır noktasında, çevreyle olan ilişkiler açısından belirli bir hareket enerjisine sahip olarak gerçekleşen bir merkezi varlığın da -“nefsin”- sahibi olur). Sistemin iç yapısı bakımından toplam hareket miktarının “sıfır” olduğu “merkez”, aynı anda, çevreye göre, belirli bir hareket enerjisine sahip bir organizmal varlığın gerçekleşme “noktasıdır”…
Şöyle özetleyelim: Her şey kendi içinde bir A-B sistemi midir? Evet! Her A-B sistemi de, sistem merkezindeki “sıfır noktasında” temsil edilmiyor mu? Ona da evet! Ama aynı anda, bu zemin üzerinde bir de dışa karşı izafi bir “var oluş” instanzı oluşuyor! O halde, her şeyin “varlığı yokluğunda” temsil ediliyor. Her şey, her an hem “yoktur”, hem de “vardır”! Ya da, Yunus gibi ifade edersek: “Beni bende demen bende değilim, bir Ben vardır bende benden içeri”!..
“Öküz nerde, ormana kaçtı! Orman nerde, yandı bitti kül oldu” işte bütün mesele demiştik ya!..
Varoluşun Genel İzafiyet Teorisi’nin, Herşeyin Teorisi’nin özü budur…