Köşe Yazarı

Mültecilik ve Göç Etmek

Abone Ol

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

İnsanoğlu olarak yerimizi, yurdumuzu bırakıp hayatın koşullarına göre göç etmeye alışığız. Binlerce yıldır bu böyledir. Ancak bireyselliğin belirginleşmesiyle ve dünyanın da iyice entegre ve küresel bir köye dönüşmesiyle, bireyler olarak ailelerimizi ve ülkelerimizi bırakıp başka diyarlarda yaşamaya başladık. Doğrusunu isterseniz artık birçok kişi ailesine, toplumuna veya ülkesine bir bağı varmış gibi hissetmiyor. Her ülkeden birçok insan dünyanın diğer ülkelerinde yaşıyor. Böylece her ülke minik bir dünya gibi oldu.

Bu yüzden daha iyi bir hayat arzulayan insanlar bunu elde edebilecekleri yerlere göç ediyorlar. İnsanlar, daha adil, gelişmiş olan ve dünyevi mutluluklarını fazlasıyla elde edebilecekleri ülkelere gidiyorlar. Bu, doğamıza uygun bir davranış. Çünkü her zaman daha iyiyi ve daha fazla mutlu olabilmeyi arıyoruz. Dolayısıyla göç etmek ve başka yerlerde yaşamayı istemek aslında gelecekte daha mutlu olabiliriz ümidi ile atılan bir adımdır.

Ülkelerin iç sorunlarından kaynaklanan mülteci problemleri de esasen aynı mantıkla işliyor. Eğer halk mutlu değilse birbirleriyle çatışıyor. Bu çatışmadan kaçan insanlar daha rahat bir hayatı başka bir yerde yaşamak uğruna terk ediyorlar. Yani ister göç, ister zoraki mültecilik olsun arkasındaki arzu, aynı arzudur: Daha iyi bir hayat yaşama arzusu… Tıpkı bizim binlerce vatandaşımızın Avrupa’ya göç etmesi gibi… Daha iyi bir hayat ümidi için…

Dolayısıyla ortada aslında bir mülteci ve göç problemi yok! Ortada “Mutlu değilim ve olduğum yerde mutlu olamıyorum. Buradan gitmek ve kurtulmak istiyorum.” derdinin anlaşılamaması var.

Öncelikle dünyadaki tüm çatışmaların ve savaşların arkasında, dünyevi arzularımızın tatmin edilme ihtirası yatar. Bu arzular var olmak için gerekli arzulardır: yiyecek, aile, cinsellik… Sonrasında sosyal arzularımızı tatmin etmek isteriz: para, itibar, kontrol ve bilgi… Sosyal arzularımızdan aldığımız hazlar daha güçlü arzular olduğundan insanoğlu binlerce yıldır para, kontrol ve itibar sahibi olmak, bilmek arzularıyla gelişti. Dolayısıyla insanlar binlerce yıldır oradan oraya rüzgârda savrulan yapraklar gibi savrulup duruyorlar. Bu şekilde artık tüm ülkeler olarak tüm dünya ile karıştık. Aslında bizi ayıran tek şey ülke sınırları… Hepimiz zaten dünyada “Ne oluyor?, Ne bitiyor?” cep telefonlarından takip ediyoruz. Hepimiz dünyadaki diğer insanların fikirlerine, yaptıklarına ve yaşadıklarına bir ekrandan ortağız.

Dolayısıyla esas sorun: “İçimizde doğamızdan kaynaklanan arzular ve bunları ne pahasına olursa olsun tatmin etmek isteyen dürtülerimiz varken nasıl doğru bir şekilde birlikte yaşayacağız?” sorusudur. Hep birlikte ister ailemiz, isterse yerel toplumumuz, halkımız ya da aynı gezegeni paylaştığımız insanoğlu olarak sadece bu soruya cevap bulmalıyız: “Doğamız böyle iken biz nasıl birlikte var olabileceğiz?”