Globalleşme kavramı herne kadar 1960 larda insanlığın gündemine girmiş olsa da dünyamızın küçülmesinin somut etkilerini ancak yakın zamanda görmeye başladığımız söylenebilir. İletişim teknolojisi merkezinde meydana gelen değişim ve ışık hızıyla gerçekleşen yakınlaşmalar daha 3 nesil önce dünya savaşıyla boğaz boğaza gelen ülkeler arasındaki sınırları ortadan kaldırabildi. Yine kültürleri, ülkeleri, kıtaları bir araya getiren bu güç, tarihin eski çağlarından beri neredeyse iki ayrı dünya gibi algılanan Doğu (Orient) ve Batı (Oksident) iç içe geçti.
Bu bağlamda iki ayrı kutbun temsilcileri sayılabilecek Türkiye ve Almanya, 1763 te Osmanlı Elçisi Ahmet Resmi Efendinin70 kişilik bir kafi leyle Berline gelmesiyle başlayan 258 yıllık ilişkiler son yüzyılda akıl almaz bir derinlik kazandı.
Eski bir atasözünden ilhamla söyleyecek olursak, değişim rüzgarları estiğinde bazıları yelkenini ona göre ayarlayıp yol alırken bazıları ise karşı koyamayacakları değişimin önüne, yakın gelecekte altında kalacakları duvarları örerler.
BİR devlet olarak birliğini ancak 1870 lerde sağlayabilmesi ve orta Avrupanın coğrafi şartları nedeniyle dönemin sömürgecilik yarışında geri kalması Almanyaya Osmanlı üzerinden doğunun belli kaynaklarına ulaşabilmesi adına imkan oluşturmuştu.
Yaklaşık 260 yıl öncesinin güçlü ama yaşlı, kendini yenilemeye çalışan Osmanlı İmparatorluğu ile dönemin yeni coğrafyalara açılmaya hazır dinamik Almanyası arasında başlayan Ekonomik, Askeri, Kültürel ve Politik ilişkiler bir başka iki ülke arasında olmayan kendine özgü bir hüvviyete dönüştü.
Bugün Almanya´da küçük bir ülke nüfusu sayısı olan 3,5 milyon Türkiye kökenli insan yaşarken, bu insanlar 80 bin küçük-orta ölçekli şirketle yaklaşık 400 bin kişiye istihdam sağlıyor.
Dünyanın en önemli birkaç stratejik yerinden biri olan büyük bir coğrafyada 80´er milyonluk iki büyük köklü ülke insanlarının yaşadıkları en büyük talihsizlik ise bunca yıllık tarihi, kültürel ve ekonomik ortak geçmişi olan dünyadaki demokratikleşme sürecinde çok önemli roller oynayabilecek iki ülkenin birbirleri ile olan ilişkilerinin iktidar partileri tarafından iç politikalarına kurban edilmeleridir.
2005 yılında Türkiyenin AB ile müzakerelere başlama kararı ile Türkiyede Avrupa Birliğine girme istek ve kararlılığı artmışken dönemin Fransız Başkanı Sarkozy ile Türkiyenin AB ye girme sürecine karşı tavır alan Almanya Başbakanı Merkel tarihi bir fırsatın kaçırılmasının da baş aktörüdür.
Muhafazakar bir seçmen kitlesine hitap eden Angela Merkel kendisinin dahi ne anlama geldiğini izahta zorlandığı Ayrıcalıklı Ortaklık (privileğierte Partnerschaft) yaklaşımı ile iç politika malzemesi yaptığı Türkiyenin AB´ye giriş sürecinde fren rolü gördü.
Aynı şekilde Ak Parti Hükümetinin de uluslar arası diplomasiden çok uzak bir anlayışla Suriyeli Göçmenler üzerinden yürüttüğü Avrupa Birliği Politikaları ekonomik bir çıkar sağlasa da, Almanya Başbakanı Merkel her genel seçimler öncesi Türkiye ziyareti ile Ak Parti hükümetine prestij ve özgüven kazandırsa da iki ülke nüfusunu oluşturan 160 milyonluk kitlenin kısa ve orta vadede gelecekleri adına ciddi olumsuz etkiler bırakmıştır.
Dünyada demokratik değerler ve demokratik ülkeler modelinin çok daha geniş bir coğrafyaya yayılması açısından nevi şahsına münhasır bir değerler bütününü temsil eden Avrupanın bu ikircikli demokrasi anlayışı özellikle Türkiye başta olmak üzere dünyada demokratik ülkelerin inandırıcılığına zarar vermektedir.
Putin Gazi ile ısınan Soğuk Savaş Alanları, Batılı Demokrasilerin aleyhinde ve üstelik demokratik ülkelerde eskisinden de güçlü olarak sanılanın ötesinde bir etkiye ulaşmıştır. Trump ın seçildiği Amerika Birleşik Devletleri genel seçimlerindeki şaibeler hala aydınlatılamamışken, Fransa´da bugün iktidarı zorlayan ırkçı parti lideri Le Pen, Almanya´da yükselişte olan ırkçı parti Afd, Macaristan ve Polonyadaki iktidar partilerinin antidemokratikleşme eğilimleri ve Avusturyada bir önceki iktidarın küçük ortağı FPO nun Başkanı Strache´nin İbiza da bir otelde Rus Oligarklarla iktidarı ile geçirme planları yaptığı skandal düşünüldüğünde AB´nin varlık nedeni olan değerler bütününün herhangi bir politikacının iktidar hırsına mahkum edilmemesi gerektiği daha net bir şekilde karşımıza çıkacaktır.
Ekonomik ve dolayısıyla siyasi bir güç olarak Almanya gibi bir ülke ile etnik ve dini bağları ve jeopolitik konumu ile stratejik bir değere sahip Türkiye gibi bir ülke arasındaki ilişkilerin günübirlik politik polemiklerle değil, 258 yıllık derin tarihi geçmiş çerçevesinde halihazırda var olan yüzlerce yetkin uzman ve bürokratlarca şekillenmesi uzun vadeli ve çoğunluğun faydasına olacaktır.