Geleceğe dönük ışıltılı hayallerinizin yerini geçmişe dair hatıralarınız ya da özlemleriniz almaya başlamışsa eğer, bir gün herkesin ineceği o son durağa doğru istikrarlı ve hızlı bir şekilde yaklaşıyorsunuz demektir! Elbette tüm faniler gibi söz konusu o rahmani durakta inmeye ne kadar zamanımızın kaldığına dair hiçbir öngörüye sahip değiliz. Hoş, gözle görülemeyen ve bu sebeple de dünyayı kasıp kavurarak anlı şanlı süper güçleri bile bir savaş esiri gibi dizlerinin üstüne çökerten şu lanet virüs sebebiyle bu hayat yolculuğumuzun olması gerekenden çok daha kısa sürede de bitmesi de söz konusu olabilir, kim bilebilir gelecekte kimi neyin beklediğini?
Bu sebeple de hazır yolculuğumuz tüm olumsuzluklara rağmen adeta kör topal devam ediyorken “yaş haddinden” geçmişi mecburen ıskalamak zorunda kalmış günümüz bahtsızlarına; yani gençlerine aslında ne kadar çok güzel ve iyi insanları ve tabii onların imza attıkları o güzel hatıraları kaçırdıklarını onları üzme ve laf aramızda epey de imrendirme pahasına uzun uzun anlatmanın tam sırasıdır diye düşünerek benim emektar bilgisayarın başına bir kez daha kuruldum!
Evet, eski güzeldi arkadaşlar. Hem de çok güzeldi.
Misal, sabah kahvaltısına topuklu ayakkabılarla inen full makyajlı kadınların ve o kadınların sorgusuz sualsiz teslim olduğu beyaz gömlekli mesleksiz “patron” erkeklerin, ağa zihniyetli ağır ağabeylerin vasat diziler eliyle ülkenin gençlerine rol model olarak pazarlandıkları bu rezil sanatsal (!) düzen yerine, bizim o eski güzel dünlerimizin televizyon ekranlarında, kıt kanaat kazandıklarıyla hem hayata hem de sevdiklerine tutunarak “İkinci Bahar”larında mutluluğu yakalayan Ali Haydar Usta ile Hanım’ın yürek serinletici serüvenlerini izlemiştik her hafta boyunca… Şimdilerde pek ortalıkta görünmese de usta aktör Şevket Altuğ’un hayat verdiği Süper Baba ile arkasına mahallesini alan bir babanın “fedakarlık” senfonisine dönüşen ayakta kalma çabasına tanıklık etmiştik nefesimizi tutarak. Yakışıklı ve nazik Selim Arhan ile imkansız aşkların bir “İstanbul Masalına” dönüşmesi her hafta bitmesin diye dua ettiğimiz romantik bir şölene dönüşmüştü. Perihan Abla, Bizimkiler, Hırsız-Polis, Yabancı Damat ve tabii efsane Behzat.Ç… Özetle televizyonlarımız şimdilerde olduğu gibi internete bağlanabilen LED ekranlı modeller olmasalar da, birçoğunda uzaktan kumanda bile olmayan o az kanallı emektar televizyonlarımızda izlediklerimiz yaşadığımız hayatın bizatihi kendisine fena halde bağlıydı.
Evet, eski güzeldi arkadaşlar. Hem de çok güzeldi.
Kabul etmek gerekir ki şimdilerde hasretle andığımız o eski güzel dünlerimizde de tüm dünyanın gıpta ile baktığı hakiki bir hukuk devletinde asla yaşamıyorduk. DGM’lerin o ağır gölgesi tüm yurttaşların, ama özellikle de kimlik bilincine sahip cesur Kürtlerle sınıf bilincine sahip emekçi sosyalistlerin, solcuların ve tabii Alevilerle, gayrimüslimlerin üzerinden hiçbir zaman eksik olmuyordu. Ancak hukukun şimdilerde olduğu gibi cari iktidar tarafından kendisine biat etmeyen, diz çökmeyen, kurmuş olduğu suç şebekesinin uysal bir dişlisi olmayı reddeden bazı “sakıncalı piyadeleri” hizaya sokmak için “aleni” bir şekilde kullanılan “sopaya” dönüştürülmesi de asla söz konusu olmazdı. “Türkiye’nin geri vitesinin sınırı yoktur!” diyen usta yazar Çetin Altan’ı tekzip edercesine en azından adalet mekanizmasındaki “geri vitesin” ham maddesi edep ve haysiyetten oluşan bir sınırı, bir istinat duvarı her zaman için olurdu. Yazarı, çizeri, siyasetçisi, sporcusu… İnsanların hayatı siyasi intikam davalarıyla bu kadar kolay ve pervasızca karartılamazdı. Bu hukuksuzluk ayinine gönüllü katılan ve orada hep bir ağızdan “ölüm istiyoruz, kana doymuyoruz!” diye haykıran kerameti kendinden menkul malum cellatlar bu kadar önemli görevlere ya da mevkilere gelemezlerdi. Her şeye rağmen devlet katında liyakat ve ciddiyet esastı.
Evet, eski güzeldi arkadaşlar. Hem de çok güzeldi.
O eski, güzel dünlerimizde Karpatların Maradonası Hagi’nin “küstahça” attığı şık bir golle tüm haftalık estetik ihtiyacımızı bir anda giderebiliyorduk. Cari iktidarın hizmetine girmiş şimdilerin sahte “yerli ve milli”lerinin aksine gerçekten yerli ve milli futbolcularla büyük başarılar kazanan dönemin Galatasaray’ının Avrupa kupalarında elde ettiği o tarihi zaferleri sokaklarda, üstelik tanımadığımız kalabalıklarla, göz yaşları içerisinde kutlamaktan adeta yorulmuştuk. Oysa günümüzün tükenmiş AK ikliminde birçok sektörü olduğu gibi sporu da siyasete kurban verdiler. Sahanın ortasında iftar açılan futbol sahalarının giderek siyasetin arenası haline dönüşmesiyle birlikte zamanında ışıltılı zaferler kazanan takımlarımızın yerini ilk turlarda elenen vasat takımlarımız aldı ve onlarla birlikte “başarısızlık” da her sene utanç verici bir sadakatla bileylediğimiz sportif geleneğimiz haline dönüştü.
Evet, eski güzeldi arkadaşlar. Hem de çok güzeldi.
Eskiden bu ülkenin camilerinde sadece ezan ve sela okunurdu. Oysa şimdilerde hoparlör o kadar meşgul ki, neredeyse ezana ve selaya sıra gelmeyecek! Toplumsal meselelere dair tüm uyarılar zamanla iktidarın taşra teşkilatlarına dönüşen imam kadrosu üzerinden yapılıyor artık ve böylelikle rejimin giderek dinselleştiğinin mesajı mahalle mahalle bu toplumun zihnine özenle nakşediliyor. Oysa o dönemleri yaşayanların yakından hatırlayacağı üzere, eskiden bu ülkede sabah ezanının bile namaza kalkmayanlara saygı duyulması adına daha kısık bir ses düzeninde okunması söz konusuydu. Din ve inanç bu kadar pervasızca, bu kadar utanmazca siyasetin malzemesi yapılmıyordu. Şimdilerde sabah akşam saçmalamaya doyamayan necip Diyanet İşleri Başkanı’nın o dönemlerde kim olduğu ve ne söylediği kimsenin umrunda bile olmazdı. Herkesin dini de kendisineydi, dinsizliği de.
Eskiden ruhumuzda meydana gelen dinmeyen kanamalarımızın panikle pansumanını yaparken aynı zamanda geleceğe dair hayallerimizin de kara kalem resimlerini yapmaya başlar ve böylece zihinsel yorgunluğumuzun tüm kırışıklıklarını bir çırpıda ütüleyebilirdik. Yani korkmadan büyük büyük hayaller kurarken yakalardık kendimizi… Oysa günümüzde “zaman”ı freni patlamış bir kamyon gibi dosdoğru üzerimize salarak bütün o güzel yaşanmışlıklarımıza dair elimizde avcumuzda kalan her şeyimizi alma peşine düştüler. Önce sinsi bir hırsız gibi paramızı çaldılar bizden. Sonra huzurumuzu, yaşama sevincimizi ve geleceğimizi çuvallarına doldurup beklemeye başladılar. Belli ki şimdi de geçmişimizin peşine düştüler! Hem de göstere göstere, tüm arsızlıklarını ve pişkinliklerini kuşanarak!..
Ancak ne yaparlarsa yapsınlar, hangi karanlık, izbe yollarsa saparlarsa sapsınlar içerisinde bir nebze de olsa soluklanma fırsatını yakaladığımız ve elbette bolca da hüzünlendiğimiz o güzel ve huzurlu geçmişimizi bizden çalmaya asla güçleri yetmeyecektir. Kuşkusuz ki tüm kurum ve kuruluşlarıyla geleceğimiz yoğun işgal altındadır ve tahmin ediyorum ki bu işgal harekatı daha uzun yıllar boyunca da bizimle kalmaya devam edecektir. Bu gerçekle yüzleşmek zorundayız. Ancak geçmişimiz… Geçmişimiz hiç olmadığı kadar özgürdür, bağımsızdır ve her şeyden önemlisi de vicdani ve insanidir. İmza atılan, bir parçası olunan hiçbir vahşi işgal de bu gerçeği bizlerin elinden çekip alamayacaktır. Asla.
Nisan 2021 Adana