Karanlığın Yüreği’nden Cennet’e: Abdulrazak Gurnah ve Nobel

nobel barış ödülü
Abone Ol

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

2021 yılı Nobel Edebiyat Ödülü, “sömürgeciliğin etkilerini, kültürler ve kıtalar arasındaki uçurumda mültecilerin kaderini eserlerinde amansız ve merhametli bir şekilde[1] işliyor olması nedeniyle Abdulrazak Gurnah’a verildi.

1948 yılında Doğu Afrika’da İngiliz sömürgesi altındaki küçük bir ada olan Zanzibar’da doğmuş ve 20’li yaşlarına kadar burada yaşamış olan Gurnah için sömürgecilik, gündelik yaşamın bir parçasıydı. Sömürgeciliğin etkilerini her alanda hissetmek mümkündü: Batı dilinde eğitim alıyor, sokaklarında bisiklet sürdüğü şehirdeki tüm idari erkleri Batılılar elinde tutuyor, ticareti kontrol ediyor ve orduyu yönetiyorlardı. Resmi dairelerdeki işlerini, çarşı pazarlardaki alışverişlerini Batılıların koyduğu kurallar içinde yapmak zorundaydı.[2]

Gurnah, hem kendi tecrübesinden hem de yerel halkın gözünden Batılıları, “tükürükleri zehirli yılanlar” olarak resmetmiştir. Öyle ki onlar, her şeye vergi koyuyor, ödemeyeni hapse atıp kırbaçlıyor, hatta asıyorlardı. Ayrıca hiçbir şey ödemeden en iyi toprakları alıyorlar, hileyle insanları kendileri için çalışmaya zorluyorlardı. İlk önce hapishane kuruyorlar, sonra bir kilise ve market açıyorlardı.[3]

70 yılı aşkın İngiliz sömürge sürecinden sonra Zanzibar, 1963 yılında bağımsızlığını kazandı. Ancak bu, trajik başka gelişmeleri beraberinde getirdi. 1964 yılında gerçekleşen Zanzibar devrimi, bölgenin etnik ve sosyal dokusunda köklü değişikliklere sebep oldu. Bu sosyalist devrim, 1850’li yıllardan beri bölgede varlığını sürdüren Ummanlı Arap Bu Saidi hanedanının sonunu getirip, yerli Afrikalıları hakim güç yapacağını vadetmekteydi. Fakat tüm bölgeyi bitmek bilmeyen bir şiddet sarmalına çevirdi.

Sadece Afrika’nın değil, tüm medeniyetlerin Batı karşısında boyun eğmeye zorlandığı, ötekileştirildiği ve tarihsizleştirildiği “uzun yüzyıl”dan ve post-kolonyel dönemden geriye tartışılmaya, araştırılmaya ve yerli yerine oturtulmaya muhtaç birçok mesele kaldı. Gurnah sanki sadece Afrika’ya ve Afrikalılara aitmiş gibi görünen bu meseleleri katmanlı olarak işlediği eserlerinde, bugün de dünyanın dört bir tarafında ayaklar altına alınan insanlık onuruna vurgu yapıyor.

Doğu Afrika’nın sahil şeridi ile oldukça geniş iç kesimlerinde hüküm sürmüş olan Zanzibar Sultanlığı (1856-1964) bu devrim ile tarih sahnesinden silindi. Bölgedeki Arap ve Hint kökenli yöneticiler ve tüccar aileler büyük bir katliama uğradı. Evleri ve iş yerleri yakılıp yıkılarak göçe zorlandı. Gurnah da ailesinin Hint asıllı olması sebebiyle bu zorlu süreçte göç etmek zorunda kalanlar arasındaydı ve okulunu bitirir bitirmez 1968 yılında her şeyi geride bırakarak İngiltere’ye göçtü. İlk hedefi eğitimine İngiltere’de devam etmekti. Ancak ekonomik sorunlar yaşayınca uzun süre hastanede çalışarak hayatını devam ettirdi.



Sömürgecilik sürecini yaşayan ve Zanzibar Devrimi sonrası yurtsuz kalan Gurnah, bu iki tarihsel olguyu; sömürgecilik ve mültecilik/yurtsuzluk olgularını tüm eserlerinde kurguladı. Artık ne diasporada ne de evde huzur vardı.[4] Eserlerinin çoğunda “kendini bir yere ait hissedememe” duygusu ön plana çıktı. Bununla birlikte yüzlerce yıl boyunca iç içe geçmiş birçok kültüre beşiklik etmiş coğrafyasının gücünü, ona olan hayranlığını son derece sıradan, gündelik tasvirler üzerinden okuyucusuna hissettirdi. Joseph Conrad’ın Karanlığın Yüreği[5] ismini verdiği ve Batının “uçsuz bucaksız Karanlıklar diyarı olan Afrika tahayyülüne” göndermeler yaparak Afrika’yı hayranlıkla Cennet’e[6] benzetti.

Doğu Afrika’nın melez Sevahili kültürünü bir kalıba sokan, onu tek tipleştirmeye çalışan yıkıcı sömürgeci ve devrim süreçlerine eleştirel yaklaşarak, sıradan insanlardan, şehrin sokaklarından yarattığı Afrikalı, Hintli ve Arap karakterleriyle, bölgenin çok kültürlülüğüne vurgu yaptı. Tasvir ettiği mükemmel yemek kültürü, yerli muhayyilede yer edinmiş dini kıssalar, efsane ve masallar, İslam dininin gündelik yaşamda karşılık bulduğu ritüeller, aslında diasporada yaşayan ama “ait olduğu yeri bulmuş” görünen Gurnah’ın beslendiği zengin Doğu Afrika kültürünün izdüşümleri olarak eserlerinde yer buldu. 1998 yılında -göreceli olarak erken bir dönemde- Türkçe’ye çevrilen ilk eseri Cennet’te[7] tasvir edilen medreseden sokağa dağılan çocuklar, ramazan ayının zor geçen ilk üç günü ve iftarlar, namaz vakitleri okunan ezan ve Kur’anlar, Arap ve Hintli tüccarlar, Yemenli kahveciler, Afrikalı hacılar vb. gündelik yaşam pratikleri, Türkiye’deki okuyucu açısından da oldukça aşina öğeler barındırıyordu.

Gurnah, hem kendi tecrübesinden hem de yerel halkın gözünden Batılıları, “tükürükleri zehirli yılanlar” olarak resmetmiştir. Öyle ki onlar, her şeye vergi koyuyor, ödemeyeni hapse atıp kırbaçlıyor, hatta asıyorlardı. Ayrıca hiçbir şey ödemeden en iyi toprakları alıyorlar, hileyle insanları kendileri için çalışmaya zorluyorlardı. İlk önce hapishane kuruyorlar, sonra bir kilise ve market açıyorlardı.

Gurnah’ın yakın zamanda Türkçe’ye çevrilen diğer eserlerinde de tasvir ettiği Zanzibar ve Sevahili kültürü, aslında Osmanlı coğrafyasına pek yabancı sayılmazdı. Halepli tüccarlar, Şazeliye tarikatına mensup dervişler, ilim peşinde Mısır’a ve İstanbul’a giden öğrenciler ve resmi görevlerle bölgeye gönderilmiş elçiler üzerinden Osmanlı Devleti’nin temasta olduğu bir bölgeydi. Hatta 19. yüzyılın sonlarında Osmanlı Devleti’nin Doğu Afrika’da devletler düzeyinde ilişkilerini geliştirmeyi önemsediği en uç noktadaki Müslüman sultanlık, Zengibar Sultanlığı idi.[8] Bugün Zanzibar; her ne kadar yaklaşık 1 milyon nüfuslu küçük bir adanın ismi olarak bilinse de tarihte sınırları ilk sömürgecilik faaliyetlerinin başladığı Afrika’nın iç kesimlerindeki -Conrad’ın deyimiyle Karanlığın Yüreğindeki- Kongo’ya kadar uzanan Afro-Arap kökenli Müslüman bir sultanlığın, Osmanlı kaynaklarında geçtiği şekliyle, Zengibar Sultanlığı’nın başkentiydi. Zanzibarlılar arasında sıklıkla kullanılan “Birisi Zanzibar’da flüt çalsa tüm Afrika dans ederdi” deyişinde olduğu gibi Zanzibar aslında imparatorluklar çağı sona ermeden hemen önce Hint Okyanusu dünyası, Arap dünyası, Batı ve Osmanlı Devleti ile geliştirdiği diplomatik ilişkileri ile Doğu Afrika’nın kozmopolit üssü olmayı 20. yüzyılın başlarına kadar sürdürdü. Sonrasında aralarında Osmanlı bakiyesi toprakların ve dahi Türkiye’nin de bulunduğu birçok coğrafya ile aynı kaderi paylaştı. İsyanlar, savaşlar ve göç dalgaları ile büyük hareketlilikler yaşadı.

Sadece Afrika’nın değil, tüm medeniyetlerin Batı karşısında boyun eğmeye zorlandığı, ötekileştirildiği ve tarihsizleştirildiği “uzun yüzyıl”dan ve post-kolonyel dönemden geriye tartışılmaya, araştırılmaya ve yerli yerine oturtulmaya muhtaç birçok mesele kaldı. Gurnah sanki sadece Afrika’ya ve Afrikalılara aitmiş gibi görünen bu meseleleri katmanlı olarak işlediği eserlerinde[9], bugün de dünyanın dört bir tarafında ayaklar altına alınan insanlık onuruna vurgu yapıyor. Her vesilede sömürgecilik geçmişiyle yüzleşmekte olduğunu belirten Avrupalılar, özür dileme “erdemini” elinde tutmak istiyor olmalılar ki, kendilerini özellikle son yıllarda mültecilere karşı takındıkları tutum nedeniyle sert şekilde eleştiren Gurnah’a ödül vermeyi uygun gördüler. Gurnah, Nobel sonrası vermiş olduğu ilk röportajında “insanlar tüm dünyada hep hareket halinde olmuşlardır. Afrikalıların Avrupa’ya gitmeleri göreceli olarak yenidir. Bundan daha eski olan ise Avrupalıların sürekli tüm dünyada dolaşıyor oluşlarıdır.”[10] diyerek Avrupalı hükümetleri eleştirmeyi sürdürmüştür.

Leipzig Üniversitesi Afrika Çalışmaları Enstitüsünden Hatice Uğur, 2021 yılı Nobel Edebiyat Ödülü’nü AA Analiz için değerlendirdi.

Bu Yazıya Tepki Ver


E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir