Son yıllarda dünyanın politik ve toplumsal halini açıklamak için yaygın olarak post-truth kavramı kullanılmakta. Bu kavramı ister gerçeklik sonrası ister hakikatin önemsizleştirilmesi (gerçek nesnelin, hakikat öznelin alanıdır ki, bunu derken hakikatin kişiye göre değişebilirliğinden değil, yargılarımız ile nesnel dünya arasındaki bir uygunluğun gerekliliğinden söz ediyoruz) anlamında kullanalım; kavramın içeriğine vurgu yapması açısından ‘yalanın siyaseti’ anlamındaki kullanımı daha anlaşılır olmakta. Ancak burada ne politika ve yalan sözcüklerinin birbirine uygun düşmesinin boyutu göz ardı edilmeli ne de politikayı yalana indirgemeci tutuma düşülmeli.
Nereden çıktı bu post-truth kavramı?
Modernizm döneminin bilgi üretim merkezi entelektüellerin, uzmanların elinden alınarak, belirleyiciliğini ve gücünü yitiren bu merkez, postmodern dediğimiz bu dönemde geniş kitlelere (tabana) doğru kaydı. Bu yaygınlaşan kayma, merkezin dağılmasını ve nesnellikle ona dair yargılar arasındaki uygunluğun kaybını getirdi. Bir diğer deyişle rasyonalite karşısında irrasyonalite artarak zihin dünyasında etkin oldu. 20. yy’nin ikinci yarısından sonra dünyada birisi politik, bir diğeri ise teknolojik iki gelişme postmodernizmi doğurdu.
Politik olanı, bir yandan modernizmin 20. yy’deki iki büyük savaşın devasa yıkıcılığına ve pozitivizmin egemenliğine karşı bir tepki olarak, bir diğer yandan ise 2. Savaş sonrasında gelişen sosyal devlet uygulamasına 1980’lerden sonra neoliberal politikalarla (Thatcherizm) son verilmesinin demokrasiye olan güveni sarsmasıyla oluştu.
Postmodernizm sürecini oluşturan bir diğer gelişme ise, bilgi ve iletişim teknolojilerindeki müthiş gelişmelerin iktisadi hayatın üretim süreçlerinden, bilgi ve iletişim akışının artık toplumun hemen tamamına yayılan bir katılımına imkân vermesine kadar, toplumsal hayatın her alanını kökten etkileyen bir dönüşüm yarattı. İşte bu dönüşüm, modernizm sonrası denilen postmodern döneme geçişin (göstergesi olmaktan öte) yaşanmasıdır. (Postmodernizmin bir başka boyutuyla çoğulculuğa katkıları ayrı bir konu).
Bu sürecin en sorunlu tarafı, modernizm döneminin bilgi üretim merkezlerinin etkisinin yitmesine karşın, bu dönemde yeni bilgi üretilmesinden çok, yalanın üretilmesi oldu. Milyonların elinin altında internet ve iletişim araçlarının tuşları olması, bilgiyi üretmek yerine, çoğu kez boğan bir fonksiyona sahip oldu. Bu durum, irrasyonelliğin rasyonelliğe galebe çalması ve baskılaması sonucunu doğurdu.
Bu süreçten en çok iktidarlar yararlanıyor. Çünkü güç ellerinde olduğu için bilgisayar ve iletişim teknolojilerini istedikleri gibi kullanmaktalar. Böyle olmakla birlikte yine de bu teknolojik imkanlar üzerinden az da olsa doğru bilgiye ve habere ulaşılabilmek mümkün. Sorun internet, cep telefonu gibi teknolojik araçlarda değil, bizatihi bunlar üzerinde egemen olanların yönlendirmesinde ve bu araçları kullanan öznelerin niteliğinde yatmaktadır.
Herkesin görüşünü tuşlara basarak ifade etmesi demokrasinin yaygınlaşması gibi gözükse de bu süreç daha çok demokratik değerleri ve kültürü boğan bir alan oluşturdu. (Bu tespit bir seçkincilik olarak değil, iktidar eliyle bir toplumsal deformasyonun yaratılması olarak okunmalı.) İnternetin, medyanın özgürleşmesine ve doğru haber alınmasına imkân verdiği görüşünün büyük ölçüde bir yanılsama olduğu görüldü.
Tamamen hakikatin çarpıtılmasına, önemsizleştirilmesine veya yitirilmesine yönelik olarak üretilen haberlerin, mesajların, yorumların, görsellerin ve iktidar söylemlerinin karşısında gerçeği görmek ve hakikate ulaşmak alabildiğine zorlaştırılmış durumda. Bütün bu çöp bombardımanı karşısında neyin safsata neyin hakikat olduğunu ancak doğru akıl yürütmeyle ve süzgeçten geçirmeyle anlayabiliriz.
Dönemin politik yapısını nitelendiren post-truth kavramının ülkemizdeki varlığı, etkin bir şekilde yaşanmakta.
Totaliterlik artıyor
Gerek politikada gerekse buna bağlı olarak toplumsal ilişkilerde akli sürecin yerini algı ve duyguların alması, çoğunlukçuluk yoluyla çoğulculuğun baskılanmasını ve tekçi zihniyeti kitleler nezdinde kabul edilebilir kılıyor.
İktidarın kitleleri manipüle etmesi yalnız gerçeği kendine göre bükmesiyle değil, daha çok duygulara hitap etmesiyle sağlanıyor. Din, milliyet, vatan, kutsallık, terör, şer odakları, dış güçler söylemleri üzerinden kitlelerde yaratılan algı, kitlelerde bir yanıyla korku, bir yanıyla da iktidara biat anlayışını yaratıyor. Yerlilik ve millilik popülist söylemleriyle kitleler efsunlanıyor. İktidar, hakimiyetindeki medyanın da yardımıyla bu söylemler üzerinden bir meşruiyet devşirmesi sağlıyor.
Kitlelerin üzerinde oluşturulan bu fikri donma hali, kitlelerin olaylar karşısında neden-sonuç bağlamını koparıyor ve kitlelerde önyargılar inşa ediyor. Olaylar ve toplumsal hayatın işleyişi karşısında kitlelerdeki bu anlam yitmesi, onların düşün dünyasını inanmaya indirgiyor, onunla sınırlıyor. Kitleler neye inanmak istiyorsa, ona inanıyor; çelişkinin, tutarsızlığın, yalanın önemi kalmıyor.
Lidere inanmak yetiyor.
Durum böyle olunca iktidarın/liderin bir gün önce söylediğine inanan kitleler, liderin bir gün sonra tersini söylemesine de aynı ölçüde inanıyor. Çünkü biat kültürünün özelliklerinden biri de liderin her söylediğinde bir keramet olduğuna inanılmasıdır; dün söylediği de doğrudur, bugün söylediği de.
Kitlelerdeki algı duvarını en çok ekonomik kriz sarsar. Mide açlığı, vatan, millet, ezan, bayrak söylemlerinin ajite edici şişirmeleriyle giderilemez. İktidar ekonomik krizi örtmek için gündemi değiştirmeye çalışır. Ve özellikle de krizin kendi yönetim biçiminden kaynaklanmadığını, bunun dış güçler tarafından çıkarıldığını veya dünyada da krizin olduğunu, dünyadaki krizin ülkeye yansıdığını vs. propaganda eder.
Bul algı çalışmasının da işe yaradığını son dönem sokak röportajlarında görüyoruz: Domates yiyemiyorum diyor, ama lideri de yedirtmem diyor.
Bütün zilletler birleşin
Hakikatin yitimi ve bunun popülizmle harmanlanması iktidara önemli bir kitle desteği sunuyor, doğru. Ancak yukarıda anlatılan post-truth geçekliği bütün bir toplumu kapsamış değil. Dünya tarihinde hiçbir toplum üniform halde değildir.
Bu toplumu millet ve zillet olarak ikiye bölen ve düşmanlaştıran iktidara karşı, ‘Bütün zilletler birleşin’ şiarıyla bir güç birliği oluşturulmalıdır.
Bugün bu uğraş kısmen veriliyor. Kısmen diyorum çünkü iktidarın en büyük zillet diye nitelendirdiği, kayyımlar atadığı, ileri gelen binlercesini hapislere tıktığı HDP, “Millet İttifakı” içerisinde yok. Koşullar gereği olması da beklenmiyor. Ancak Millet İttifakı bilmelidir ki, HDP’siz cumhurbaşkanlığı seçimi kazanılamaz. Millet İttifakı, ittifak içindeki marjları da hesaba katarak HDP ile ilişkilerde yeni ve makul bir dil yaratmalıdır.
Muhalefet, HDP Eş Genel Başkanı Mithat Sancar’ın “Bizim ne kimsenin lütfedeceği bir masada kürsüye ihtiyacımız var ne de birilerinin bizleri meşru görme konusunda sözlerine ihtiyacımız var.” Sözlerini doğru okumalıdır. Yoksa bunu doğru okuyan (Erdoğan) çıkabilir ve seçimi de garanti eder! Bu kadarı da olmaz demeyin (ki, ben bunun olmasını zerre kadar istemiyorum), olur mu, olur! Absürtlük hayatın içinde ve onun bir parçasıdır.
Uzun uzun post-truth’luktan (karamsarlık hali) bahsederken yazıyı bu noktaya getirmemiz, umutsuzluğa kapılmamayı belirterek siyasette yalancılığın başat hale geldiği, toplumun algılarla kuşatıldığı bu çürümüşlükten elbette bir çıkış yolunun olduğunu vurgulamaktı.