Gün gelir, devran döner, “deniz biter”! Kendi kendini yer bitirir Osmanlı! Ama ortada bir uç beyliği de yoktur artık “tarihsel devrim” yaparak “Devleti kurtaracak”! Hem sonra, o defter kapanmıştır artık! Elin oğlu, atı alıp Üsküdar’ı geçmiştir! Avrupa, sanayi devrimini yaşamaktadır. Askerlik sanatı kökünden değişmiştir. Osmanlı’nın elindeki silahlar tarihin çöp sepetine atılmıştır çoktan. Artık öyle at sırtında, elinde kılıç, “ya Allah” diyerek fütuhatlar yapma devri bitmiştir!..
Osmanlı’nın işgali altındaki topraklarda kapitalizm gelişmekte, buralarda milliyetçi akımlar güçlenmektedir.[1] Kendine güvenen herkes, artık bu sistemden ayrılıp, bağımsızlığını kazanmak istemektedir. Avrupa’nın gelişmiş ülkeleri de bunları desteklemektedir. Ne yapacaktır Osmanlı? Devleti nasıl koruyacak ve “kurtaracaktır”?..
Şerif Mardin’den bir kere daha Osmanlı gerçeği… Özetleyerek aktarıyorum:
“Osmanlı İmparatorluğu’nun muhtelif müesseselerini birbirine kenetleyen ve onları ayakta tu-tan harç, gaza ideolojisi, devletin sınırlarını mümkün olduğu kadar genişletme çabasıydı. Bu itibarla, İmparatorluk’ta iktisadi faaliyet konusunda hakim zihniyet “verimi arttırmaya” (üretime) değil, kılıcının hakkıyla yeni gelir kaynakları elde etmeye yönelmişti. Bundan dolayıdır ki, Osmanlılar için harpte mağlup olmak ve toprak kaybetmek bir gelir azalması manasına geliyordu.[2] Diğer taraftan, Renaissance’dan sonra Avrupa’da askeri güç yeni şekiller almıştı. Bu yeni beliren disiplinli piyade ve topçu birliklerine karşı koymak için gene aynı tipte askeri birliklere ihtiyaç vardı. Askerlerin Batı yöntemleriyle yetiştirilmesi, daimi olarak talim ettirilmesi ve kendilerine maaş verilmesi için de yeni gelir kaynakları bulmak icabediyordu. Başka bir ifade ile, bir taraftan devletin gelirleri azalırken, diğer taraftan da giderleri çoğalıyordu.
Devletin bu zor durum karşısında aradığı hal çareleri ise mahduttu ve üç ana eksen etrafında toplanıyordu: Osmanlı İmparatorluğu’nda bir zamanlar iyi işleyen ve asker temini ile yakından ilgili olan toprak sistemini eski haline getirmek, para basmak veya vergi yükünü arttırmak.”[3]
Bunlardan birincisi, fütuhat devam ettiği sürece mümkündü. Nitekim de, Fatih’le birlikte diriltilen Tımar sistemi Kanuni devrine kadar başarıyla yürütülmüştü. Ama fütuhat bitince Tımar da bitti ve geriye iki çözüm kaldı. Para basmak, ya da vergileri arttırmak. Bunların ikisi de yapıldı. İltizam sistemiyle halkı soyup soğana çeviren Devlet, bir yandan da boyuna para basıyordu. Enflasyon bir çığ gibi büyüyor, hayat yaşanmaz hale geliyordu. Bütün bunlar hep Devleti yeniden örgütleyebilmek, “çağdaşlaştırarak”, “batılılaştırarak” “kurtarmak” sürecine paralel olarak yapılıyordu.
Evet, “Devleti kurtarmanın” yolu bulunmuştu: “Batılılaşmak”!
Yani Batı gibi olmak. O zaman, onlar nasıl geliştilerse Osmanlı da öyle gelişecek, “kurtulacaktı”! Halk da varsın bu arada biraz sıkıntı çeksindi! Zaten halkı düşünen mi vardı ki! Bunun için Batı’ya öğrenciler gönderildi, Batı’dan askeri eğitmenler getirtildi. Kısacası, “Batılılaşmak”, yani Batı gibi olmak için elden ne geliyorsa yapıldı…
Tabi bütün bunlar “Devleti kurtarmak uğruna” halkı feda ederek, halka rağmen yapıldığı için, halk bu sürece karşı idi. Ama halkın bu “karşıtlığı” aslında kapitalistleşmeye, gelişmeye, ilerlemeye karşı olmak anlamına gelmiyordu! Onlar, mültezimlerin eline terkedilmeye, Devlet zoruyla köleleştirilmeye karşıydılar. Ancak Devletçi-“Batıcılar” bunu böyle anlamadılar. Ve halk onların gözünde sanki “çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmaya karşı, şeriat yanlısı gerici bir güçmüş” gibi görünmeye başladı! Bu halâ, Osmanlı Batıcılarının Cumhuriyet dönemindeki devamı olan asker-sivil aydın “Beyaztürk” güçlerin gözünde de böyle değil midir! “Halk cahildir”, “göbeğini kaşıyan adamdır”, “gericidir” onların gözünde de. Onlarsa “ilerici, çağdaş!!”
BATILILAŞMAK SÜRECİ BİR “İÇ TARİHSEL DEVRİM” OLAYIDIR!..
“Batılılaşma” olayını bilişsel tarih ve toplum bilimleri açısından ele alırsak; “Batılılaşmak”, Osmanlı’nın çevreyle etkileşme, yaşamı devam ettirme mücadelesinde, istenilen sonuçları elde edebilmek için mecbur kalarak başvurduğu bir toplum mühendisliği faaliyetidir… Daha başka bir deyişle, “Batılılaşma”, Osmanlı’nın -Devletin- yaşamı devam ettirebilmek için, sistemin toplumsal DNA’larında kayıt altında olan bazı “tarihsel devrimci” bilgileri kullanarak kendi bünyesinde bir operasyon yapma, bu şekilde “çevreye-çağa uyum” sağlayabilme çabasıdır. Kendi varlığını -nefsini- başka türlü üretemeyeceğini anlayan Devletin, yaşam kavgasında, kendini kurtarma operasyonudur. Batı medeniyetiyle Osmanlı arasındaki etkileşme sürecinde, Osmanlı, batılı yaşam tarzıyla birlikte, Batı medeniyetine ilişkin kurum ve kuralları da “benimseyerek” hayatta kalabilmeye çalışmaktadır… Tabi bu “benimseme”, Osmanlı’nın, üzerine giydiği İslamcı elbiseyi çıkararak, bunun yerine “Batıcılık” adı verilen yeni bir elbiseyi giymesi şeklinde başlar, o ayrı, ama işin özü budur!..
Şimdi, bütün bunlar ne anlama geliyor, konuyu açarak olayı daha iyi anlamaya çalışalım:
Önce, Osmanlı ve Türkiye tarihinde “Batılılaşma” olayının bir “ iç tarihsel devrim” olayı olduğu tesbitinden başlıyoruz…[4]
Evet, bu “devrimin” en üst tepe noktası ise Cumhuriyet’in kuruluşudur… Osmanlı Devleti kurulurken neden İslâm Medeniyeti’ne sarıldıysa, neden bütün kurum ve kurallarıyla, yaşam tarzıyla İslâm Medeniyeti’ni benimsemek zorunda kaldıysa, bu kez de, gene aynı nedenlerden dolayı Devlet bir tür kabuk değiştirmekte, sırtındaki “İslâmcı kabuğu” çıkararak, onun yerine “Batıcılık” kabuğunu geçirmeye çalışmaktadır…
Peki nedir bu, bir tür toplumsal DNA değişimi olayı mıdır? Bunun bir tür toplumsal mimarlık-mühendislik harikası olduğu ortada, ama olayın özü nedir?..
Batı’da “Türklerin ilkel, barbar” oldukları, “tarih boyunca hiçbir bilimsel buluşa-yeniliğe imza atmadıkları” söylenerek Türkler küçük görülür! Hatta bu görüş, aşağılık duygusu, bizim “aydınlarımız” içinde de yaygındır! Ama sadece şu “Batılılaşma” olayı bile, dünya tarihinde başka eşi bulunmayan, Türkler’in, bir sosyal mimarlık-mühendislik harikası olarak, bilişsel tarih ve toplum bilimlerine yaptığı en büyük katkıdır! Kim bilir, bu çalışma da belki bunun belgesi olur!
Önce Şerif Mardin’i dinleyelim. Gene özetleyerek aktarıyorum:
“Osmanlı devlet adamları devlet yönetimini bir tür toplumsal mimarlık (mühendislik) olarak değerlendiriyorlardı. “Devlet yararına” olan bir politikayı benimsemekte, bunun kaynağı Batı da olsa, sanıldığından daha az tereddüt göstermişlerdir. Batı karşıtı güçler, çoğu zaman, Yeniçeriler gibi, Batı kurumları İmparatorluğa getirildiği taktirde, statülerini kaybedecek olan meslek gruplarıydı. Tepki, yukarıdan değil, aşağıdan geliyordu. Osmanlı devlet adamının bu sosyal mimar tarafını görmezsek Tanzimat’la gelen sosyal düzenlemenin nasıl -bütün güçlüklere rağmen- Türkiye’ye yerleştiğini anlayamayız.“ [5]
Demek ki, “Batılılaşma” sürecinin iki dinamiği vardır. Birincisi, dış dinamik olarak Batı, bu açık. İkincisi ise, “Devleti kurtarma” çabası içinde olan Osmanlı ve onun Devlet sınıfıdır. Yani öyle, sadece “emperyalistlerin” dışardan müdahalesiyle gerçekleşen bir toplumsal DNA değişimi, zorla “Batılılaştırma” olayı değildir bu! Asıl talep içerden geliyor. Ve içerdeki bu dinamik dışardakiyle birleşiyor…
Türklerin neden ve nasıl Müslüman olduklarını daha önce bütün ayrıntılarıyla inceledik. Burada da gene aynı tarihsel devrim diyalektiği söz konusudur…
Türklerin Müslümanlığı kabul etmesi de üretim süreci içinde oluşan yeni bir bilginin toplumsal bilgi haline gelmesi olayı değildi şüphesiz! Türkler İslamiyet’i kabul ederken mevcut toplumsal DNA’larını, yani “Kan-Töre” bilgi sistemlerini bir yana atmıyorlardı, bunlar gene yerinde duruyordu!.. Onlar (Türkler) bu temeli değiştirmeden, onun içine adım adım yeni bilgi sistemine ilişkin unsurları da monte ederek, İslam’dan aldıklarıyla-öğrendikleriyle kendi bilgi sistemlerinin içinde bir tür sentez yapıyorlardı. İslamiyet’in kabulünün bir “tarihsel devrim” olduğunu söylememizin altında yatan budur!..
Devrim, mevcut üretim ilişkileri sisteminin içinde üretici güçlerin gelişmesi sonucunda, yeni üretim ilişkileriyle yeni bir toplumun doğuşu, aşağıdan yukarıya doğru toplumun kendini yeniden üretmesi olayıdır. Burada işin özü üretimdir, üretirken kendini de üretme olayıdır devrim. “Tarihsel devrim” ise, yukardan aşağıya doğru yaşanılan bambaşka bir sürece işaret eder…
Dikkat ederseniz bu ilk “kabul” aşamasında “Türk islamı” tamamen tasavvufa dayanan bir İslamdır.[6] Bunun, resmi İslam’la, bir devlet düzeninin toplumsal DNA bilgi sistemiyle hiçbir alâkası yoktur!.. Türkler İslam’ı alıyorlar ve onu kendi “Kan-Töre” bilgi sistemlerinin içine monte ediyorlar!.. Yani, İslam’ı benimseyince esas toplumsal DNA’ları değişmiyor; “Kan anayasası-Töre” duruyor yerinde, İslâm bunun içine monte ediliyor o kadar. Ortaya çıkan sonuca da “Tasavvuf” deniyor. Bir Ahmed-i Yesevi’nin, bir Yunus Emrenin, Hacı Bektaş’ın, Şeyh Bedreddin’in Tasavvufu bu türden bir tasavvuftur…
Bu nasıl bir “devrimdir” şimdi?..
Evet, tarihsel devrim sürecinde, klasik anlamda, yeni bir üretim ilişkisi temelinde, yeni bir bilgi sistemi-toplum çıkmaz ortaya! Ama, yukardan aşağıya doğru da olsa, yeni bilgilere sahip olarak bir yenilenme, kendini yeniden üretme potansiyeli-motivasyonu söz konusudur. Normal koşullarda, yeni insan tipleri, yeni bir üretim biçimiyle birlikte yeni üretim ilişkileri içinde ortaya çıkarken, yukardan aşağıya “yenilenme” sürecinde, gelişme ve kendini yeniden üretme mekanizması “mevcut çerçevenin içinde öğrenme” süreciyle birlikte anlam kazanır. Yani, önce belirli bilgilere sahip çıkıyorsun -bunları “benimsiyorsun”- sonra da, aynen bir mühendislik faaliyetini yerine getirir gibi “sahip olduğun” bu bilgilere göre toplumsal yaşamı düzenliyorsun!..
Türklerin, İslam’la etkileşme içinde, İslam’a ilişkin enformasyonları alıp bunları kendi bilgi sistemleriyle değerlendirerek bir sentez ürettiklerini söyledik. Bu toplumsal sentezin elementleri onların kendileri değil midir aslında? Elbette! Çünkü, etkileşme sonunda ortaya çıkan “Türkler” artık başlangıçtaki Türkler değildir!.. O halde Türkler, yaşamı devam ettirme süreci içinde önce belirli bilgileri “benimseyerek” onlara sahip çıkıyorlar, sonra da bu bilgilere göre kendilerini yeniden üretmeye başlayarak değiştiriyorlar-değişiyorlar!..
Nasıl mı?..
Tekrar Osmanlı’ya, Osmanlı Türkleri’ne dönersek: İlk aşamada Osmanlı Türkleri’nin her biri birer Tasavvuf ehli idi. O ilk “ülkücü gaziler-ilbler”, dervişler nedir, o Ahi Evran’lar, Hacı Bektaş’lar nedir… Osmanlı’yı, Hristiyanından Şamanına kadar binbir çeşit insanı peşine takarak bir Devlet olmaya doğru götüren dünya görüşü ne idi? Osmanlı’da bütün o insanları kendine doğru çeken gücün kaynağı ne idi? Tek kelimeyle Tasavvuf değil midir bu!.. Kısacası, Türkler’i ve Osmanlı’yı bir tarihsel devrim gücü yapan bilgi temeli Tasavvuftur…
Sonra ne oluyor peki?..
Osmanlı fetihlere başlıyor. Ve kısa bir zamanda hallaç pamuğu gibi atıyor Anadolu’yu! Yeni topraklar, yeni halklar, insanlar derken, artık bir Devlet haline gelmek gerekiyor. Başka çare kalmıyor çünkü. Yoksa nasıl yönetilecekti bu kadar çeşit insan. Ama onun, yeni sınıflı topluma, yaşam tarzına-toplum düzenine ilişkin bir bilgisi yoktu ki! “Kan” bilgisinin Tasavvufla zenginleştirilmesiyle ortaya çıkan yeni bilgi ve sistem, en fazla genişletilmiş bir aşiret için, yani bir tür “Bozkır Devleti için yeterli idi”! İşte Osmanlı, tam bu aşamada, Selçuklu Devlet sınıfı artığı belirli “İslami bürokratlar” üzerinden resmi İslâm’la tanışır (yaşamı devam ettirme sanatı derler buna!) ve bütün kurum ve kurallarıyla, yaşam tarzıyla bir sınıflı toplum düzeni -bilgi sistemi- olan İslâmı alır, “benimser!”[7]
Peki ne oluyor “benimseyince”? Ne demek bu “benimseme”? Fetihçi toplum gidiyor da onun yerine üreten, üretime dayanan yeni bir toplum mu geliyor hemen?
Hayır!! Osmanlı, Devlet kurmadan önce de fetihçiydi, kurduğu Devlet de gene fetihçidir!..
Osmanlı, kuruluş öncesinde İslâm’dan aldığı bilgileri kendi Kan-bilgi sistemine monte ettiği zaman ortaya çıkan bilgi sistemine “Tasavvuf” deniyordu. Şimdi, Devlet haline gelirken de Tasavvuf gidiyor, onun yerini resmi İslâm alıyor! Osmanlı’yı Osmanlı yapan sürecin diyalektiği budur!..
Dikkat edilirse bu süreç içinde toplumsal DNA’larda esasa ilişkin bir değişme falan yoktur!.. Sadece, mevcut toplumsal DNA yapısıyla oynanmaktadır o kadar! Yani, yaşamı devam ettirme kavgasında ne gerekiyorsa o yapılıyor, onlar benimseniiyor-“öğreniliyor” ve sonra da “öğrenilen” bu yeni bilgiler mevcut bilgi sisteminin içine, eskilerinin üzerine yerleştiriliyor. Eski sinapsların yanına yeni sinapslar ilave ediliyor! Türkler, kelimenin tam anlamıyla, bir toplumsal mimarlık-mühendislik örneği vererek, kendi toplumsal DNA bilgi sistemlerine mevcut duruma ilişkin yeni bilgiler monte ediyorlar ve bu bilgilerle de çevreden gelen enformasyonları işleyerek yaşamlarını devam ettiriyorlar…
(TARİHSEL DEVRİM GERÇEKLİĞİNİ BİRAZ DAHA AÇALIM!..-3)
[1] Şüphesiz, Osmanlı’ya karşı verilen bağımsızlık mücadeleleri sadece buralarda gelişen kapitalizmin ürünü değildir! Batı’lı ülkelerin etkisiyle -sadece fiilen değil, ideolojik olarak da- gelişen „kurtuluş savaşlarıdır“ bunlar. Zaten bu yüzdendir ki, bu ülkeler Osmanlı’dan kurtulur kurtulmaz hemen Batı’nın etki alanına girerler! Osmanlı’nın parçalanması dünyanın gelişmiş kapitalist ülkeler tarafından yeniden paylaşılmasına bağlı olarak gerçekleşir…
[2] Bu noktanın altını çiziyorum. Yavaş yavaş bir kere daha okuyunuz bu cümleyi!..
[3] Mardin, a.g.e.
[4] Her seferinde altını çizmek istiyorum!.. Burada, bu çaba iyi midir, kötümüdür, iyi mi olmuştur, kötü mü bunu tartışmıyoruz!.. Çünkü, tarihte olan her şey -bilişsel tarih anlayışına göre- o dönemin koşulları içinde daha başka türlüsü olamadığı için olmaktadır. Bize düşen, „bugünün güneşiyle dünkü çamaşırları kurutmaya çalışmak“ olmayıp, olanı, olanları, nedenleriyle birlikte açıklamaya çalışarak, buradan günümüze ilişkin sonuçlar çıkarabilmektir…
[5] Mardin, a.g.e.
[6] Ben buna da „Türk tasavvufu“ diyorum. Çünkü başka tasavvuf yorumları da vardır. Örneğin, Arap tasavvufu, Hind tasavvufu vb…
[7] Yani, Türkler’in İslam’ı benimsemeleri iki aşamada olur. Birinci aşamada, Türk-İslam sentezi olarak Tasavvuf çıkar ortaya. İkinci aşama ise resmi İslam’a geçiştir…