“Yurtdışına çıkma ve yakalanma konusuna dönüyoruz: 24.03.1972…
Ertesi gün yola çıkacağız, kararı verdik. Ama o gün, ne oldu hatırlamıyorum, kaldığımız yer artık güvenli değil gerekçesiyle bizimle ilişki kuran arkadaş -“Terzi” diyorduk, adını unuttum- Oktay Etiman’la ikimizi bir dişçinin muayenehanesine götürdü. Orada çalışan çocuk bizim sempatizanmış!.. Sonra öğrendik ki, zaten dişçinin kendisi de sahte dişçiymiş!.. Neyse, o gece orada kaldık. Gene konuştuk falan, derken sabahı bulduk. Ve yola çıkmadan önce biraz uyuyalım diyerek Oktay’la ikimiz, birimiz bir odaya diğeri de öteki odaya çekildik…
Üzerimizde silah da vardı tabi. Ben yatarken silahı belimden çıkararak, yatağın altına doğru koymuştum. Sonra uyumuşum ki, birden “kıpırdama, kıpırdama” diye bir sesle ve gürültüyle uyandım! Ve daha ne olduğunu anlamadan, elinde makineli tüfek olan birisi kolumdan tuttu kaldırdı, arkamdan bir tekme vurarak beni duvara yasladı!.. Baskın olmuştu ve yakalanmıştık!..
Kaldığımız yeri nasıl tespit etmişlerdi bunu kesin olarak bilmek mümkün olmadı tabi; ama nedense o “dişçiyi” ve dişçi yamağı sempatizanı o günden sonra artık hiç görmedik! Mahkemeye falan bile çıkarılmadılar!.. Ne olacaktı ki, öyle olmasa başka türlü olacaktı, gerisi teferruattı; bu nedenle, daha sonra bunun üzerinde bile durmadık!.. Sanki yakalanmasak Istrancalar’ı aşarak Bulgaristan sınırına varabilecek miydik ki?..
[Aradan yıllar geçtikten sonra bir gün beni yakalayan polisin bir tanıdığı anneme polisin ağzından olayı şöyle anlatmış. “O an gözlerinde o kadar masum bir bakış vardı ki, ateş edemedim! Yoksa en küçük bir harekette vur emri verilmişti”!.. Annemin o tanıdığı kimdi, neydi, annem onu nereden tanımıştı bunları bilmiyorum. Annem sağ iken sormadım bile… Ama böyle de bir hikayesi vardı yakalanışımızın… Zaten benim hayat çizgim hep o filmlerdeki “kahramana” benziyor; hani o içerde bomba patlamadan önce son anda pencereden dışarı atlayarak kurtulan filmin kahramanına!.. Daha sonra anlatacağım olayları da düşününce ben kendim bile buna inanmaya başladım desem yalan olmaz!.. 2010 yılında kanser teşhisi olayında da böyle olmamış mıydı! O da gene tesadüfen, son anda, daha yayılmadan teşhis edilmemiş miydi!!..]
Hemen gözlerimizi bağlayarak bizi -Oktay Etiman’la ikimizi- bir askeri arabaya bindirdiler ve sanıyorum -daha sonra öğrenmiştim- önce Harbiye’ye götürerek orada ayrı ayrı hücrelere kapadılar. Aslında artık ne ben Oktay’dan haber alabiliyordum, ne de o benden…
Gözümdeki bandı açıp kapıyı kilitledikleri zaman ilk yaptığım iş hemen pantolonumun bir köşesinde kendi yaptığım küçük bir cebe sakladığım, içinde bazı adreslerin yazılı olduğu antibiyotik hapını yutmak oldu!.. Hani o içinde antibiyotik olan ilaç kapsülleri vardır ya, onu açıp içindeki antibiyotiği boşaltarak oraya gerektiğinde saklanmak için falan lazım olacak bazı tanıdıkların adreslerinin yazılı olduğu bir kağıdı koymuştum. Üzerimizi ararken, o hengamede daha çok silaha falan baktıkları için olsa gerek onu bulamamışlardı; hemen kaşla göz arasında onu yuttum!.. Zaten daha sonra orada fazla kalmadık. Geldiler, gene gözümü bağlayarak bir arabaya bindirdiler. Kontrgerillaya doğru yola çıkıyorduk!..
“Burası Türk Genel Kurmay’ına bağlı Kontrgerilla örgütü, burada anayasa babayasa yoktur, burada ya sorduğumuz sorulara cevap vereceksin, ya da öleceksin”!..
Araba durdu. İki yanımda koluma girmiş birer asker, gözlerim bağlı, fazla uzun olmayan bir merdivenden çıkarak bir yere geldik. Hiç unutmam, o ara akşam haberleri vardı radyoda, çünkü sesini duyuyordum. Çırçıplak soyarak yere yatırdılar ve aynen -ne bir kelime az, ne de fazla- “burası Türk Genel Kurmayı’na bağlı Kontrgerilla örgütü, burada anayasa babayasa yoktur, ya sorduğumuz sorulara cevap vereceksin, ya da öleceksin” diyerek başladılar sorular sormaya… Yok işte hapisten kaçtıktan sonra nerede kalmıştım da falan… “Filistin’e gittim, uzun zaman oradaydım. Sonra dönünce de bir ara Ankara’da kız kardeşimde kaldım. Buraya da yeni geldim” dedim. (“Kız kardeşimde kaldım” deyince, birinci derecede aile ferdi olduğu için bunun suç olmadığını biliyordum!..)
Tabi inanmadılar, başladılar falakaya! Bir yandan da ayak parmağımdan, cinsel organımdan ve kulak mememden cereyan veriyorlardı. Ama bu arada bir hata yaptılar!.. Çırçıplak soyarak yere yatırırlarken birisi dedi ki, “kolundaki şu saati çıkar kırılmasın”! Bu söz o zaman bana o kadar moral vermişti ki sormayın!.. O an, herhalde yaşamı devam ettirme güdüsüyle olacak, insanın kafası acayip çalışıyor! Bir anda kafamdan, “eğer bunlar beni öldürecek olsalardı kolumdaki saatle niye uğraşsınlar ki” gibi ilginç bir düşünce geçmiş, bu da bana işkencede acayip direnme gücü vermişti!.. Tabi bu işin esprisi; ama ben sonuna kadar ısrar ettim ilk söylediklerimde. Bir ara gözlerim bağlıyken bizi dişçiye götüren arkadaşı -“Terziyi”- getirdiler ve o, “Münir ben anlattım saklayacak bir şey kalmadı” falan gibi şeyler söyledi, ama ben gene de, “bu kişiyi tanımıyorum” diyerek ısrar ettim söylediklerimde… Çünkü bir kere yalan söylediğin ortaya çıkar ve sen de bunu kabul edersen ondan sonra işin bitmiş sayılır! Bunu çok iyi biliyordum…
Bu ilk işkencede başka bir şey sormadılar, ama bu kadarı bile yeterdi zaten, çünkü bayılmak üzereydim… Aldılar beni mahzen gibi bir yere kapattılar. Eller, ayaklar zincirli tabi. Üzerimde de kefen gibi kanlı bir gömlek vardı verdikleri… Sabaha kadar orada pinekledik!..
Sonra, sabahleyin birisi geldi ve gene gözlerimi bağlayarak aldı beni yukarı kattaki bir yere götürüp bir sandalyeye oturttu. Ve tembih etti, “bak” dedi, “şimdi senin sorgunu albayım yapacak ona göre, eğer sorulara doğru dürüst cevap vermezsen ne olacağını biliyorsun”!.. Neyse, seslerden anlıyorum, birisi geldi oturdu. Ve sert bir sesle, önce gene, “burası kontrgerilla, sen de burada esirsin” falan laflarını sıralayarak başladı beni sorguya çekmeye…
İşin özü şu: İfademde, ortada örgüt diye bir şeyin olmadığını söyleyerek, bu çalışma boyunca da ifade ettiğim şekilde durum ne ise onu özetledim. Yok Merkez Komitesi’ymiş, yok Genel Komite’ymiş, gerçekte bu türden organlara sahip bir örgütün bulunmadığını, her şeyin süreç içinde geliştiğini kısaca anlattım. Ama tabi adamlar bununla yetinirler mi? Ortada daha önce başlayan Mahirler’in mahkemesi vardı. Burada yargılanan arkadaşların verdikleri ifadeler vardı. Adamlar benden dört dörtlük bir örgüte ilişkin ifade bekliyorlardı!.. Olmayınca da, “vay sen bizimle dalga mı geçiyorsun” diyerekten cereyan vermeye devam ettiler. İlk günü böyle geçti. Sonra götürüp gene bir hücreye koydular. Gene her tarafım zincirli olarak tabi. Bu arada hücredeki karyolaya da zincirle bağlıydım… Verdikleri yemek ise tam dört tane zeytin, bir ince dilim ekmek, bir bardak da su… “Bak” diyorlardı, “eğer albayımın istediği şekilde cevap verirsen ona göre yemek gelecek yoksa bu kadar”!..
Sadece yemekle kalsa gene neyse, bir de dinletilen işkence sesleri vardı bu arada. Kadın, erkek bağrışları, çığlıkları… İnsanın moralini bozmak için ne gerekiyorsa yapıyorlardı…
Ertesi gündü galiba, ifade için gözlerim bağlı olarak gene beni yukarı çıkarmışlardı. Girdik bir odaya, sonra birden gözümdeki bağı çözerek önümde ki masanın üstünde yayılmış bulunan gazeteleri gösterdiler…
O arada Kızıldere olmuştu ve gazetelerde de bizim arkadaşların cesetlerinin bulunduğu fotoğraflar vardı. “Bak” dediler, “görüyorsun, artık saklayacak hiçbir şey kalmadı, her şey bitti”!.. Ben tabi hemen anlamıştım durumu. O moral bozukluğuyla yıkılacak ve istedikleri ifadeyi verecektim… Fotoğraflara baktım baktım (o an hiç gözümün önünden gitmiyor! Her şey bir anda adeta bir film şeridi gibi geçmişti gözümün önünden…) ama hiçbir reaksiyon göstermedim. Birden dediler ki: “Yahu sen ne kadar ruhsuz bir adamsın, bak önünde arkadaşlarının parçalanmış cesetleri duruyor ve sen hiçbir reaksiyon göstermiyorsun. Aynı gazeteleri Ertuğrul’la Yusuf’a gösterdiğimiz zaman onlar birbirlerine sarılarak hüngür hüngür ağladılar”!.. Sonra, “bak gel buraya” diyerek bana Yusuf’un ifadesini gösterip, oradan bazı paragrafları okudular. Ben, bunlara inanmadığımı, bunların doğru olmadığını söyleyince de bana altındaki imzayı göstererek, “bak sen şimdi bu imzaya da inanmazsın ama dinle” diyerek, bir tek benim ve Yusuf’un bildiği bir konudaki ifadeyi okudular…
Daha önce de anlatmıştım. Yusuf, Mahir’in Sıkıyönetim Mahkemesi’ndeki ifadesine takmıştı kafayı. Zaten Mahirler’le buluşmada da en çok tartışma konusu olan bu idi. Yusuf Mahir’e, “neden siyasi savunma yapmadığını” soruyor, neden “Elrom’u ben öldürdüm” demediğini, neden suçu İlyas’ın üstüne atarak kaçak dövüştüğünü, savunmada neden Kemalizm konusunda yanlış şeylere yer verildiğini söyleyerek onu suçluyordu. Bu konuyu o kadar ön plana almıştı ki, avukatlardan Mahir’in mahkeme ifadelerinin kopyasını aldırarak bunları bir kavanozun içine koyup, sadece kendisinin bildiği bir yere gömdürmüştü. Bu olayı bir ben biliyordum bir de kendisi. Herhalde, ifadenin Yusuf’a ait olduğuna beni inandırmak için olacak, ifadeden bana o paragrafı okudular… Yusuf tabi her şeyi bir bir anlatmıştı!.. “Bak” dediler “bütün bu ifadelerden sonra senin ifadenin artık bir önemi kalmadı”…
Yapacak bir şey kalmamıştı… Diğerlerinin 150-200 sayfalık ifadelerinden sonra benim o kısa “emniyet ifadem” bu şekilde ortaya çıktı!..”